24 Temmuz 2009 Cuma

Dayanıklı Yük Eşekleri

Bana diyorsunuz:
"yaşam ağır, taşıması zor"
Ya peki ne oluyor
sabahki kibiriniz ve
akşamki teslimiyetiniz?

Yaşamı taşıması zordur:
ama bana öyle yumuşaklık
havaları takınmayın!
Hepimiz pekala dayanıklı yük
eşekleriyiz.

Neremiz benziyor ki
gül goncasına,
üstünde bir damla
çiy var diye titreyen?

F. Nietzsche


Devamını okuyun...>>

19 Temmuz 2009 Pazar

Lorelei




Bir Alman efsanesidir,
Ren Nehrinin en darlaştığı yerde
Kayalık, yüksek bir bölgede
Lorelei yaşarmış.
Bir balıkçıya aşık olmuş
Ama aldatmış onu balıkçı.
O da bütün denizcilerden almak için intikamını,
Uzun sapsarı saçlarını tararken
Büyüleyici sesiyle ağıtlar yakarmış.
Ve sesi duyan balıkçılar
Büyülenirlermiş birdenbire
Görmez olurmuş gözleri kayaları.
Ve yaklaşırken Lorelei'ye
Uzaklaşırlarmış yaşamlarından
Çarparken kayalara.


Devamını okuyun...>>

DELİLİK ve Övgüsü



Deliliğe Övgü, Erasmus'un taa 1509 yılında, bir yolculuk sırasında can sıkıntısından, kendi kendini eğlendirebilmek için yazdığı ve dostu Thomas More'a ithaf ettiği bir eser. Ben de bir yolculuk sırasında başladım okumaya, sonra serin bir balkonda bitirdim. Çoğu zaman sırıttım okurken, bazı yerlerinde kahkaha attım ama çoğu zaman da kafam çok karıştı.

Karışmasının nedeni, Erasmus, Deliliği bir kadın, bir tanrıça olarak gösteriyor ve onu övüyor. Bu Delilik (Stultita Bileglik Tanrıçası Minerva'nın tam tersi. İnsanın yaptığı her eylemde DeliliK'in parmağının olduğunu söylüyor. Yalnız bunu öyle bir şekilde yapıyor ki, farklı farklı bölümlerde değil, aynı sayfada bile bilgeliğin mi delilik, deliliğin mi bilgelik olduğunu anlayamıyorsunuz. Bir bakmışsınız Delilik'i övüp bilgeliği yererken, bir bakmışsınız bilgeliği övüp Delilik'i rutinleştirenlerle alay ediyor.

Örnek vermek gerekirse:

"...Gerçek bilgelik deliliktir; bilge olduklarını düşünen insanlar ise gerçekten delidirler".

"Deli olmak kendini tutkuların akışına bırakmaktır. Deli kendi zararına bilge olmayı öğrenir. bütün taşkın tutkuları delilik doğurur. çünkü bir deli ile bir bilge arasındaki fark birincisinin tutkularına, ikicisinin ise aklına boyun eğmesidir. Bence delilik cinsine ne kadar sahipsek o nispetlede mutluyuzdur. ki herkes şahit, köyün delisinin fırlattığı taş çooook uzaklara gitti."

Ben de kitapta altını çizdiğim bazı bölümleri buraya ekliyorum. Bu arada Kabalcı Yayınevi tarafından çevrilen versiyonunda çevirmen Çiğdem Dürüşken'e de teşekkürler. 212 sayfalık kitapta 680 tane çevirmen notu eklemiş. Kitabı okurken çok nadir başka kaynaklara bakmak zorunda kaldım.


DELİLİK'İN YOLDAŞLARI

"İşte görüyorsunuz, çatık kaşlı şu kadın; Philautia'dır. (kendini beğenmişlik) adeta gözlerinin içi gülen, şakşakçılık yapan şunun adı ise Kolakia (dalkavukluk). Şu gözleri kapanan uyudu uyuyacak olan ise Lethe(unutanlık) olarak adlandırılır. Dirsekleri üzerine yaslanmış, uzanarak ellerini birleştiren ise Misoponia (tembellik), şu başında gülden tacıyla her yanı esanslara bulanmış olan Hedone 'dir (zevk). Gözlerini fırıl fırıl döndürerek, vahşice bakan ise Anoia (çılgınlık) olup, etine dolgun pırıl pırıl bedeniyle şuna ise Thruphe (çekicilik) denir. Şu kızlara karışmış tanrıların birine Komon, diğerine derin uyku denmekte. İşte bakın, sadık hizmetkarlarımın yardımıyla, dünyada ne var ne yoksa hepsini, bizzat imparatorlara hükmederek kendi hükümranlığıma bağlayıverdim."

AKIL-TUTKU, ERKEK-KADIN

"Artık Homerus'un yaptığı gibi göktekileri bırakıp yeryüzüne göçmemizin zamanı geldi; benim inayetim olmadan neşeli ya da mutlu herhangi bir şeye asla rastlayamayacağınız yeryüzüne. Görmüyor musunuz, insan soyunun anası ve yaratıcısı öngörülü Doğa, deliliğin tuzundan hiç bir şey mahrum kalmasın diye nasıl da cömert davranmış? Stoacı tanımlara göre bilgelik akılla yönetilmekten başka bir şey değil: oysa delilik tutkuların buyruğuyla yönetilmektir. Iuppiter(Zeus), insanoğlunun yaşamı tümüyle kederli ve acımasız geçmesin diye akıldan çok ne kadar tutku varsa bağışlamış demek ki? Kıyasladığınızda, adeta kumsalda bir kum tanesi. Dahası, aklı kafanın daracık bir köşesine sıkıştırmış, bedenin kalanını tutkulara bırakmış. Sonra tek başına duran aklın karşısına zorba mı zorba iki tiran dikmiş; birisi gönlün kalesini ve yaşam pınarı kalbi ele geçiren öfke, diğeri bedenin en aşağı uzvuna kadar her yana hükmeden şehvet.Bu iki askeri güç karşısında aklın ne kadar sağlıklı kalabildiğini insanların sıradan yaşamları bize kanıtlar."

"Akıl yapabileceği tek şeyi yapar ve boğuk boğuk bağırır, görgü kuralları vaaz eder; o zaman bu ikisi kralın eline idam ipini tutuşturup "git kendini as" dercesine iğrenç şekilde çığlık çığlığa bağılır, ta ki yorun düşen kral savaşı bırakıp teslim olana kadar.Ama erkek dediğin dünya işlerini yönetmek üzere doğduğundan, doğa ona bu bir nebze akıldan biraz fazlasını vermek zorunda kalmıştır. Sağlam bir karar almak için başka her konuda olduğu gibi bu konuda da bana başvurunca, doğrusu ben de adıma yakışır bir karar verdim: Erkeğin yanına bir kadın verilmesini istedim, şüphesiz budala ve sersem bir yaratıktı bu, ama eğlenceli ve tatlı; deliliğiyle erkeğin o sert mizacını yumuşatabilir ve sevimli hale getirebilir.Kadını akıllı hayvanlar sınıfına mı, yoksa yabani hayvanlar sınıfına mı yerleştireceğine pek karar veremeyen Plato'nun da bu cinsin dikkate değer deliliğine işaret etmekten başka bir niyeti yoktur. Olur da kadın bilge olmaya yeltenirse, iki kat deli olmaktan başka bir iş yapmış olmaz."

"Çünkü insan, doğasında olmadığı halde erdem maskesi takıp da kendi karakterinin dışına çıkarsa, kusurunu ikiye katlamış olur. Bir yunan atasözü öyle der: Mor elbise de giyse, maymun yine maymundur. İşte kadın da hep kadındır, yani delidir, istediği kadar maske de taksa. Ama kadın cinsinin bana gücenecek kadar deli olduğunu da düşünmüyorum, ben de bir kadın olduğuma göre; öyleyse DELİLİK olarak deliliği onlara atfediyorum. Meseleye doğru baktıklarında, bir çok bakımdan erkeklerden üstün olmalarını Deliliğe borçlu olduklarını anlayacaklardır. Her şeyden önce güzellikle ödüllendirilmişler, bunu haklı olarak her şeyin üstünde tutuyorlar ve arkasına sığınıp zorba krallara bile zorbalık ediyorlar. Sonra, bir kadın bu yaşamda bir erkeğin çok hoşuna gitmekten başka ne ister? Bunca giysinin, bunca yıkanmanın, bunca taranmanın, bunca merheme bulanmanın, bunca koku sürmenin, yüzü gözü, teni bunca düzeltme, boyama, yeni bir kılığa sokma becerilerinin başka ne anlamı olabilir? Delilikten başka bir adla erkeklerin iltifatlarını kazanabilirler mi? Erkeklerse eşlerinin bunları yapmalarına niye karışmaz? Zevk dışında başka kazançları olabilir mi? Ama onlara zevk veren delilikten başka bir şey değil. Kadnın vereceği zevkten yararlanmak istediğinde , bir erkeğin bir kadına söylediği saçma sapan sözleri ve yaptığı sululukları düşününce, bunun bir gerçek olduğunu kimse reddedemez."

DOSTLUK VE DELİLİK

"...Haydi, söyleyin bakalım, dostların kusurlarını görmezlikten gelmek, geciştirmek, göz yummak olduğundan farklı görmek, apaçık kusurları erdemmiş gibi sevip saymak, bunlara hayranlık beslemek delilikle akraba olmak değil de nedir? Birinin sevgilisindeki bene öpücükler kondurması, diğerinin kuzucuğun burnundaki yumruyu sevip okşaması, bir babanın oğlunun şaşı gözündeki ışığı anlata anlata bitirememesi, rica ederim söyleyin, bunlar saf delilik değil de nedir? Defalarca haykırabilirsiniz deliliktir diye; ama işte bir tek bu delilik dostları birbirlerine bağlar ve bu bağı sonsuza dek korur. Tabii burada ölümlülerden söz ediyorum, hiçbiri kusursuz doğmamış olanlardan; ama her biri Tanrı olan bilgelere gelince, bunların arasında öyle dostluk falan yoktur zaten, olsa bile sıkıcı, tatsız tutsuz bir şeydir bu ve ancak bir kaç kişi arasında olur. Hiç kimse arasında olmaz demek yakışık almaz, çünkü insanların çoğu aslında delidir, hayır şöyle demeliyiz, çeşitli şekillerde delirmeyen kimse yoktur, bu yüzden zorunluluk benzerini benzeriyle buluşturur. Gün gelip de o suratsızlar arasında karşılıklı iyi niyet oluşsa bile, bu kesinlikle kalıcı olmaz, hiç bir şekilde uzun sürmez; çünkü aralarında öyle müşkülpesentleri, öyle safi göz olanları var ki, dostlarının kusurlarını bir kartaldan ya da Epidauruslu yılandan bile daha iyi seçerler. Öte yandan kendi kusurları söz konusu olduğunda körleşir, sırtlarına asılı heybeyi görmezler. Karakteri ne olursa olsun, insanın doğası büyük kusurlar işlemeye eğilimlidir. Buna bir de yaş farkını, ölümlü yaşamda olabilecek bütün sapmaları, bütün yanılgıları, bütün arızaları ekleyin, bakın bakalım o Arguslar (Yunan Mit. tek gözlü canavar) dostluğun keyfini bir saat bile sürebilirler mi, iyi huyluluk, ya da bizdeki kullanımıyla delilik veya saflık işe karışmamış olsa?

Dostluk hakkında söylediklerim evlilikte çok daha fazla hissedilecektir, çünkü evliliğin anlamı yaşamın kopmaz birlikteliğidir. Ah ölümsüz tanrım, ne çok boşanma ya da boşanmadan da öte ne büyük kötülükler olurdu şu dünyada, eğer erkekle kadın arasındaki bu teklifsiz ilişki benim refakatçilerimin dalkavukluğuyla, şakacılığıyla, hatırşinaslığıyla, yanıltmacasıyla, aldatmacasıyla desteklenmeseydi ve beslenmeseydi? Ah neler olurdu neler, damat bey şöyle akıllılık edip de şimdi çok namuslu görünen o dünyalar tatlısı bakireciğinin evlenmeden önce ne cevizler kırdığını öğrenmeye kalksaydı? Evlilik gerçekleşse bile sadece bir kaçı uzun sürerdi, kadının yediği haltlar kocanın göz yummalarıyla ya da budalalıklarıyla örtbas edilmeseydi? İşte her şey delilik sayesinde yerli yerine oturur, onun işe karışmasıyla birlikte kadın kocasına hoş görünür, koca da karısına; yuvalarında huzur olur, birlikteleri sürüp gider sonsuza."

MUTLULUK VE SANI

"...Mutluluk insanın sanılarına bağlıdır. İnsanların yaşantısı o kadar karanlık ve o kadar karışıktır ki, hiçbiri açık seçik bilinemez. Tutun ki bazı şeyleri bilme olanağına sahibiz, düşünsenize bu yaşamımızın tadını nasıl da kaçırırdı. Ne de olsa insan zihni, doğrulardan çok yanlışları alacak şekilde biçimlenmiştir. ...Oysa doğru bilgiye ulaşmak için her zaman büyük bedeller ödemek gerekir. Oysa sanı çok kolay üretilir. Buna rağmen mutluluğun oluşumuna çok fazla, hatta cömert biçimde katkıda bulunur. Bayatlamış ve tuzlanmış balıklarla beslenen bir adamı düşünün, siz bunların kokusuna bile tahammül edemezken, adama ambrosia kadar leziz gelir bu balıklar. Şimdi soruyorum, balığın bayat olması onun mutluluğunu azaltır mı? Zıddını düşünün, balık mersinbalığı diyelim, eğer tadı adamın midesini bulandırıyorsa, onun yaşamını mutlu kılabilir mi? Bir adamın tarife sığmaz çirkinlikte bir karısı olduğunu düşünün, bu kadın kocasının gözğnde Aşk Tanrıçasıyla yarışacak derecede güzel görünüyorsa, gerçekten güzel olmuş olsaydı aynı etkiyi yaratır mıydı? Adaşım birini tanıyorum, yeni evlendiği karısına sahte mücevherler armağan etmişti, ağzı iyi laf yapan bir palavracı olduğundan, karısını bu mücevherlerin hakiki ve doğal olduğu kadar eşsiz ve paha biçilmez değerde olduğuna öyle inandırmıştı ki. Şimdi soruyorum, yeni gelin o cama bakarken hem gözlerini hem de ruhunu bir mücevhere bakar gibi büyük bir hazla doyuruyorsa, o ıvır zıvırı eşsiz bir hazineymiş gibi başucunda saklayıp koruyorsa, onu başka ne ilgilendirir? Bu arada kocası da hem parasından olmamış hem de karısının aldanışından zevklenmiştir, ayrıca sanki kendisine bir servete mal olan armağanlarla donatmış gibi, karısını kendisine minnettar kılmıştır."

MUTLULUK VE KENDİNİ BEĞENMİŞLİK

"Öyleyse soruyorum, kendisinden nefret eden adam başkasını sevebilir mi? Kendisiyle anlaşamayann kişi başkasıyla anlaşabilir mi? Kendisinden bile bıkmış usanmış kişi başkasına keyif verebilir mi? Bana göre, insan Delilikten daha deli değilse bu sorular karşısında sadece susar. Beni dışladığınız takdirde hiç biriniz bir başkasına katlanamazsınız hatta kendinizden bile tiksinir, kendiniden mideniz bulanır ve kendinize kem gözle bakarsınız. Çünkü bir çok açıdan anadan çok üvey ana olan doğa , ölümlülerin ruhlarına, özellikle de az biraz bilge olanlara kötülük tohumu eklemiştir; bu yüzden insan elindekine şükretmeyip başkasınınkine gıpta eder. ...İnsanın kendini beğenmesi kadar delice bir şey olabilir mi? Kendine hayran olması kadar? Ama insan kendini beğenmese, makul, hoşa giden ve terbiyeli bir davranış sergileyebilir mi? Ne kadar zorunlu birşeydir demek ki insanın kendi kendini beğenmesi, başkalarının saygısını kazanmadan önce kendi kendisinin saygısını kazanmak için kendini bir parça pohpohlaması. Sonuçta insan kendi gibi olmak istediğinde mutluluğun asıl özünü yakalar; şu benim yandaşım Kendini Beğenmişlik, hiç kimsenin kendi güzelliğinden bıkmamasını sağlayarak bu işi kolaylaştırır, hiç kimsenin kendi konumundan, hiç kimsenin kendi yaşama biçiminden ve hiç kimsenin kendi vatanından bıkmamasını sağlayarak."

SON SÖZ =)

Anlıyorum şimdi benden bir son söz bekliyorsunuz, ama bu kadar karman çorman konuştuktan sonra , söylemiş olduklarımı anımsayacağımı düşünüyorsanız delirmiş olmalısınız. Eski bir deyiş vardır: "Hafızası güçlü bir içki yoldaşından nefret ederim" Buna ben yeni bir deyiş ekliyorum: "Hafızası güçlü bir dinleyiciden nefret ederim" Öyleyse, haydi bana eyvallah, alkışlayın, yaşayın, için, ey DELİLİĞİN seçkin erenleri.

Devamını okuyun...>>

17 Temmuz 2009 Cuma

İki kadın, bir eşek ve bir kabak...




Hikayemiz Mevlana'dan,
Mesnevi, Cilt 5 bölüm 2
Kahramanlarımız iki kadın
kabak ve eşeğin ziki...

ana fikri: "şehvet isteği, gönlü sağır ve kör yaptı mı eşeği bile yusuf gibi nurdan meydana gelmiş bir ateş parçası gösterir"

iyi okumalar efendim =)




bir halayık şehvetin çokluğundan, hırsının fazlalığından bir eşeği kendisine alıştırmıştı. o eşek, kendisine yakınlaşmayı adet edinmiş, insana yakın olmayı öğrenmişti. o hilebaz halayığın bir kabağı vardı. eşek kendisine ölçülü yaklaşsın diye kabağı, eşeğin aletine takardı. yakınlaşma zamanında aletin yarısı girsin diye bu işi yapmaktaydı. çünkü, eşeğin aleti tamamı ile girse rahmi de parçalanırdı, damarları da.

eşek boyuna zayıflayıp durmaktaydı. eşeğin sahibi olan kadın da neden bu eşek böyle zayıflıyor, neden böyle kıl gibi inceliyor deyip dururdu. fakat işin ne olduğunu anlamakta acizdi. nalbantlara illeti nedir, neden zayıflamakta diye gösterdiyse de, onda hiçbir illet görünmedi, kimse bunun iç yüzünü haber veremedi. kadın bu işin aslını adamakıllı araştırmaya başladı. her an eşeğin haline dikkat etmekte, neden böyle zayıfladığını bulmaya çalışmaktaydı.



insanın adamakıllı çalışmaya kul olması gerekir. çünkü her şeyi iyice arayan nihayet bulur. eşeğin haline dikkat edip dururken bir de ne görsün? o halayık eşeğin altına yatmıyor mu? bunu kapının yarığından gördü bu hale pek şaştı. eşek erkekler kadınlara nasıl yakınlaşırsa aynen onun gibi halayığa yakınlaşmış, işini becermekteydi.



kadın hasede düştü. dedi ki, bu eşek, benim eşeğim, nasıl olur bu iş? bu işin bana olması lazım ben işe daha ehlim. eşek işi öğrenmiş, alışmış. adeta sofra yayılmış, mum da yanmış. görmezlikten gelip ahırın kapısını vurdu. a kız ne vakte dek ahırı süpürüp duracaksın? dedi. bu sözü işi gizlemek için söylüyor, ben geldim kapıyı aç diyordu.



sustu halayığa hiçbir şey söylemedi. bu işe tamah ettiği için işi gizledi. halayık bütün fesat aletlerini gizleyip kapıyı açtı. yüzünü ekşitip gözlerini yaşartarak dudaklarını oynatmaya başladı, güya oruçluyum demek istiyordu. eline sapı yıpranmış bir süpürge aldı, develerin yatması için ahırı süpürüyor göründü. elinde süpürge kapıyı açınca kadın, dudak altından seni usta seni, dedi.



yüzünü ekşittin, eline süpürgeyi aldın, iyi. fakat yemeden içmeden kesilmiş eşeğin hali ne? işi yarıda kalmış, öfkeli, aleti oynayıp durmada. gözleri kapıda seni beklemede. bunu dudağı altından söyledi, halayıktan gizledi. onu suçsuz gibi ululadı,



dedi ki: tez çarşafını başına al. filan eve git benden selam söyle. şunu söyle, böyle yap, şöyle et. neyse ben kadınların masallarını kısa kesiyorum. maksat neyse sen onun özünü al. o işi görmezlikten gelen kadın onu yola vurunca, zaten şehvetten sarhoş olmuştu, hemen kapıyı kapadı, oh dedi.



yalnız kaldım, bağıra, bağıra şükredeyim. artık erkeklerin gah tam, gah yarım yamalak yakınlaşmalarından kurtuldum. kadının keçileri, sanki bini bulmuştu, öyle neşelendi. eşeğin şehvet ateşiyle kararsız bir hale düştü. hatta ne keçisi? o yakınlaşma kadını keçi haline getirdi. ahmağı keçi haline getirmeye, hor hakir bir hale sokmaya şaşılmaz ki!



şehvet isteği, gönlü sağır ve kör yaptı mı eşeği bile yusuf gibi nurdan meydana gelmiş bir ateş parçası gösterir. nice ateşten sarhoş olmuşlar vardır ki ateş ararlar, kendilerini de mutlak nur sanırlar.



yalnız tanrı kulu böyle değildir. yahut da tanrı birisini çeker çevirir de yola getirir, yaprağı döndürür bu da başka! böyle olan o ateş hayali bilir, o hayalin yolda eğreti olduğunu anlar. hırs çirkinleri güzel gösterir. yol afetleri içinde şehvetten beteri yoktur. şehvet yüz binlerce iyi adı kötüye çıkarmıştır. yüz binlerce akıllı, fikirli adamı şaşkın bir hale getirmiştir. bir eşeği bile mısır yusuf’u gibi güzel gösterdikten sonra o çıfıt bir yusuf’u nasıl gösterir? pisliği afsunu ile sana bal göstermede, iş inada bindi mi balı nasıl gösterir? bir düşün artık. şehvet yemeden olur, az ye. yahut bir kadın nikahla da kötülükten kaç. yedin içtin mi şehvet, seni harama çeker. ele gireni elbet harcamak gerekir.



şu halde nikah lâhavle okumaya benzer. oku, yani bir kadın nikahla da şehvet, seni belaya düşürmesin. madem ki, yemeye içmeye hırsın var, çabuk bir kadın al evlen. yoksa bil ki kedi gelir yağlı kuyruğu kapar. sıçrayan eşeğin sırtına taş yükü vur, o kaçmadan, sıçramadan önce sırtına yükü yükle.



ateşin ne yaptığını bilemezsin, savul oradan. bu çeşit bilginle ateşin çevresinde dönüp dolaşma. ateşe çömleği koyup çorba pişirmeyi bilmiyorsan bil ki ne çömlek kalır, ne çorba. su hazır olmalı, ahçılığı da bilmelisin ki o tenceredeki çorba, dökülmeden, bozulmadan pişsin. demircilik sanatını bilmiyorsan demirci ocağından geçerken sakalını bıyığını yakarsın.



kadın kapıyı kapadı, sevine, sevine eşeği kendisine çekti, cezasını da tattı ya! eşeği çeke, çeke ahırın ortasına getirdi. o erkek eşeğin altına yattı. o kahpe de muradına ermek üzere halayığın yattığını gördüğü sekiye yatmıştı. eşek ayağını kaldırıp aletini daldırdı. eşeğin aletinden kadının içine bir ateştir düştü. alışmış eşek kadına abandı, aletini ta hayalarına kadar sokar sokmaz kadın da geberdi.



eşeğin aletinin hızından ciğeri parçalandı, damarları koptu birbirinden ayrıldı. soluk bile alamadan derhal can verdi. seki bir yana düştü o bir yana. ahırın içi kanla doldu, kadın baş aşağı yıkıldı, öldü. kötü bir ölüm, kadının canını aldı.



kötü ölüm, yüzlerce rezillikle gelip çattı babacığım. sen hiç eşeğin aletinden şehit olmuş insan gördün mü?



kuran’dan rezillikle azap edilmeyi duyda böyle kepazelikle can verme. bil ki bu hayvan nefis bir erkek eşektir. onun altına düşmekse ondan daha kötü ve ayıp bir şeydir. nefis yolunda benlikle ölürsen bil ki hakikatte sen de o kadın gibisin. tanrı, nefsimize eşek sureti vermiştir. çünkü suretler, huylara uygundur. kıyamette sırların açığa çıkması budur. tanrı hakkı için eşeğe benzeyen nefisten kaç. tanrı, kafirleri ateşle korkutmuştur. onlar da ateşe utançtan hayırlıdır demişlerdir. tanrı hayır demiştir, o ateş, utançların aslıdır. bu kadını öldüren şu ateş gibi. hırsından doyacak kadar yemek yemedi, daha fazla yemek istedi. kötü ölüm lokması boğazına durdu.



a haris adam doyacak kadar ye, hatta yemeğin helva ve palüze bile olsa. tanrı, teraziye dil verdi. aklını başına devşir de kuran’dan rahman suresini oku. kendine gel de hırsından teraziyi bırakma. hırs ve tamah seni azdıran bir düşmandır.



hırs, hepsini ister fakat bütün lezzetlerden mahrum olur. a turp oğlu turp hırsa tapma. o halayıkcağız hem gidiyor, hem de ah diyordu; a kadın sen ustayı yola saldın. ustasız iş yapmak istedin. bilgisizlikle canınla oynamaya kalkıştın. benden bir bilgidir çaldın, çaldın ama tuzağın ahvalini sormaya arlandın. kuş, hem harmanından tane toplamalıydı, hem de boynuna ip dolamamalıydı.



taneyi az ye bu kadar pis boğaz olma. “yiyin” emrini okudunsa “israf etmeyin” emrini de oku. bu suretle tane yemekle beraber tuzağa da düşme. bilgi ve kanaat ancak bunu icap ettirir. akıllı kişi dünyanın gamını yemez, nimetini yer. bilgisizlerse nedamet içinde mahrum kalırlar. boğazlarına tuzağın ipi dolaştı mı tane yemek, hepsine haram olur. kuş, tuzaktaki taneyi nasıl yer? yemeye kalkışırsa tuzaktaki tane zehre döner.



tuzaktaki taneyi gafil kuş yer, halkın bu dünya tuzağındaki nimetleri yemesi gibi. akıllı ve işten haberi olan kuşlar, kendilerini taneden adamakıllı çekerler. çünkü, tuzağın içindeki taneler zehirlidir. kördür o kuş ki tuzaktan tane diler. tuzak sahibi, aptalların başını keser. güzel ve narin olanlarıysa meclislere çeker götürür.



çünkü aptalların ancak etleri işe yarar. güzel ve zariflerinse güzel sesleri işe yarar. hasılı halayıkcağız kapının yarığından, hanımının eşeğin altında can verdiğini görünce, dedi ki: a ahmak kadın, bu iş nedir? sana ustan bir şey gösterdi ise, yalnız görünüşe kapıldın. halbuki iç yüzü senden gizliydi. usta olmadan dükkan açtın.



bal gibi, pâlüze gibi olan o aleti gördün, âlâ. fakat a haris neden kabağı görmedin? yoksa eşeğin aşkına o kadar mı dalmıştın ki gözüne kabak görünmedi? ustadan sanatın dış yüzünü gördün sevine, sevine ustalığa kalkıştın. nice riyacı ve işten haberi olmayan ahmak kişiler vardır ki erlerin yolundan göre,göre ancak sof kumaş görmüştür.



nice boş boğazlar vardır ki azıcık bir hüner elde etmişler, padişahlardan laftan başka bir şey öğrenmemişlerdir. her biri musa’yım diye eline bir sopa almış, her bir, isa’yım diye ahmaklara üfürmeye kalkmıştır.



bir gün doğruların doğruluğu, senden mehenk taşını isteyecektir. eyvah o günden! artık geri kalanını ustaya sor. bu harislerin hepsi de kördür dilsizdir. hepsini aradın, elde etmek istedin, fakat herkesten geri kaldın. bu ahmak sürü, kurtlara av olmuştur.



bir suret gördün, onun sözünü söylemeye başlayıverdin ha; dudu kuşları gibi kendi sözünden haberin bile yok.



dudu kuşu, önünde bir ayna, ayna içinde de kendi aksini görür. aynanın ardında usta gizlenmiştir; güzel dille edeplice söz söyler. duducuk, bu söz söyleyeni ayna içinde gördüğü dudu sanır. bu suretle o koca kurdun hilesinden haberi olmaz, güya kendi cinsinden olan bu dududan söz söylemeyi öğrenir.



usta, ona ayna ardından söz söylemeyi öğretir. böyle olmasa kendi cinsinden olmayan birisinden söz söylemeyi öğrenemez. o hünerli kuş, söz öğrenir ama sırrından da haberi yoktur manasından da. söz söylemeyi bir insandan beller. fakat bir duducuk, bundan başka insandan ne bilebilir, ne elde edebilir ki?



velinin beden aynasında da kötülüklerle dolu olan mürit, tıpkı bunun gibi kendisini görür. fakat söz ve iş zamanında aynanın ardındaki akl-ı kül-ü nereden görecek? o sanır ki insan söylüyor. halbuki bu, başka bir sırdır, onun bundan haberi bile yoktur. söz söylemeyi belletir, belletir ama önü sonu olmayan sır belletir. halbuki o, bu sırra eş değildir, bir dududur, bunu bilemez.



halkta kuşların ötüşünü taklit ederler. bu, ağzın ve boğazın yapabileceği bir şeydir. fakat kuşların seslerini taklit edenin o seslerdeki manadan haberi bile yoktur. kuş dilini aancak bakışı hoş süleyman bilir.




Devamını okuyun...>>

16 Temmuz 2009 Perşembe

Ben de

Uzun zaman önceydi. Şimdi baktığımda hayatımla ilgili hatırlayabildiğim ilk anı kadar geçmişte kalmış bir sabahtı. Yeni uyanmıştım ve farkettiğim ilk şey gövdeme yaslanmış yüzüydü. O zamanlar bu kadar sıkıntılı hissetmezdim üzerimde oynayan saçların hareketiyle. O zamanlar boynu sevilen bir köpek gibi neşeli hissederdim herhalde. Ya da denizin gelgitleriyle okşanmış bir yosun gibi şımartıyordu bu belki beni.Gerçekten hatırlamıyorum. Hatırladığım şey, vücudumun her sinir hücresine onun bedenini hissedebilmek için gözlerim kapalı emirler yağdırdığımdı.

Başka bir ülkedeydim. Başka bir ülkenin insanıyla. Ama aynı filmleri seyretmiştik sonuçta, aynı şarkıları dinlemiştik. Çok yakındık birbirimize ya hissedebiliyordum yine de bana karşı koyduğu sınırın çizgilerini. Hem nasıl hissetmeyeyim, zaten hep o sınırın etrafında yaşıyordum ben. Çok fazla şey beklememem öğretilmişti ilk başta. “Ben söyleyemem, ne olur sen anla” artık benim için çocukken her sabah duyduğum ilkokul andı gibi bir şeydi. İnsan, aşkla böyle tanışmamalıydı belki ama başka türlü de anlayamazdı şarkıda geçen o sözü:

“Aşktan öğrendiğim tek şey, vurabilmek oldu benden önce silahını çekeni”


Doğruldum ve uyuşan kolumu kurtardım onun sımsıcak bedeninin altından. Biraz zaman verdim koluma, kendine gelsin de hissetsin diye. Ve tekrar kavuşturdum onu bedene, şimdi sarılıyordum onun kollarına ve parmak uçlarımla okşuyordum onun yumuşak tüylerini. Başımı eğdim, gülümsüyordu. O sırada çıktı ağzından o sözler işte.

İnanamadım.

Gözlerim tavana dikildi birdenbire. Sabit bir noktaya.Burnum titredi. Hayır dedim, dinlemedi gözyaşlarım, aktılar gittiler. Garip bir duyguydu sevinçten ağlamak. Sanki senin için çok önemli birisini kaybetmişsin, bütün yasını tutmuşsun, ama sonra o geri gelmiş gibi. Oysa çektiğin acılar gitmiyorlar, içeride toplanıp o göz perdesini dikiyorlar hep beraber. Korkuyu.

Bir insanın sevdiği insana bunu söylemesinde ne vardı ki? Onca öpüşmeden, onca sevişmeden sonra, ne kadar güç tüketebilirdi bu? Hep ilk olmalıydım duyguları açığa çıkarmada. Ancak bu sayede duyabiliyordum "ben de" leri.

-Senden hoşlanıyorum
-Ben de
-Çok mutluyum seninle
-Ben de
-Seni seviyorum
-Ben de

Yüz bin tane "ben de" yetiyordu ona. Hem aynı şey değil miydi zaten, aynı anlama gelmiyorlar mıydı sonuçta?

Buna o kadar inanmışız ki, "senden hoşlanıyorum, çok mutluyum seninle, seni seviyorum" a verilen "ben de" cevabının aslında "ben de kendimden hoşlanıyorum, ben de çok mutluyum kendimle, ben de kendimi seviyorum" anlamına geldiğini unutmuşuz. Bu öyle bir kalıp olmuş ki artık, herkes duymuş, herkes yüzleşmiş ve herkes kabullenmek zorunda bırakılmış.

Arkası gelmeyen "ben de" ler gerçek bencilliğidir insanın. Önünde koskocaman kuyu varken sadece bir damla su vermektir susuza, o da suyun olduğunu göstermek için.

"Hoşlanmıyorum duygularımı dışa vurmayı"

Ben bunu sevgililerimden duydum, ben bunu kardeşimden duydum ben bunu neredeyse tüm sevdiklerimden duydum. O kadar çok duydum ki, artık sadece üzüntüyle gülümsüyorum bunu duyduğumda. Sanki bir seçimmiş gibi önüme konmasına.

Ve açıyorum kutsal kitabı, bölüm 21'i ve başlıyorum okumaya:


İşte tilki o zaman ortaya çıktı.

"Günaydın," dedi küçük prense.

"Günaydın," dedi küçük prens nazikçe, ama kimseyi görememişti.

"Burdayım," dedi tilki. "Elma ağacının altında."

"Kimsiniz" dedi küçük prens. Sonra da, "Çok güzel görünüyorsunuz," diye ekledi.

"Tilkiyim ben," dedi tilki.

"Benimle oynar mısın?" dedi küçük prens. "Çok mutsuzum."

"Hayır," dedi tilki. "Oynayamam; evcil değilim ben."

"Öyle mi? Bağışla beni," dedi küçük prens. Ama bir süre düşündükten sonra, "Evcil ne demek?" diye sordu.

"Sen buralı değilsin," dedi tilki. "Ne arıyorsun buralarda?"

"İnsanları arıyorum," dedi küçük prens. "Evcil ne demek?"

İnsanları mı arıyorsun? Silahları var ve avlıyorlar. Çok can sıkıcı. Ayrıca tavuk yetiştiriyorlar. Tek konuları bunlar. Tavuk mu arıyorsun?"

"Hayır," dedi küçük prens. "Arkadaş arıyorum. Evcil ne demek?"

"Genellikle ihmal edilen bir iş," dedi tilki. "Bağlar kurmak anlamına geliyor."

"Bağlar kurmak mı?"

Tilki, "Yani," dedi, "örneğin sen benim için hâlâ yüz bin öteki çocuk gibi herhangi bir çocuksun. Benim için gerekli de değilsin. Senin için de aynı şey. Ben de senin için yüz bin öteki tilkiden hiç farkı olmayan herhangi bir tilkiyim. Ama beni evcilleştirirsen, birbirimiz için gerekli oluruz o zaman. Benim için sen dünyadaki herkesten farklı birisi olursun. Ben de senin için eşsiz benzersiz olurum..."

Küçük prens, "Anlıyorum galiba," dedi. "Bir çiçek var... Galiba o beni
evcilleştirdi..."

"Olabilir," dedi tilki, "dünyada böyle şeyler hep olur."

"Ama hayır, o Dünya'da değil," dedi küçük prens. Tilki şaşırmıştı. Merakla,

"Başka bir gezegende mi?" diye sordu. "Evet."

"Orada avcılar var mı?" "Yok."

"Aman ne hoş! Peki tavuklar?" "Hayır, tavuklar da yok."

"Hiçbir şey mükemmel olamıyor," diyerek içini çekti tilki.
Birden aklına bir fikir geldi.

"Benim yaşamım çok tekdüze," diye anlatmaya başladı. "Ben tavuk avlıyorum, insanlar da beni. Bütün tavuklar birbirine benziyor, bütün insanlar da... Bu yüzden çok sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen yaşamıma güneş doğmuş gibi olacak. Duyduğum bir ayak sesinin ötekilerden farklı olduğunu bileceğim. Öteki ayak sesleri beni köşe bucak kaçırırken, seninkiler tıpkı bir müzik sesi gibi beni çağıracak, sığınağımdan çıkaracak. Hem bak, şu buğday tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz Buğday tarlalarının da hiçbir anlamı yoktur benim için. Bu da çok üzücü. Ama senin saçların altın sarısı. Beni evcilleştirdiğini bir düşün! Buğday da altın sarısı. Buğday bana hep seni hatırlatacak. Ve ben buğday tarlalarında esen rüzgârın sesini de seveceğim..."

Tilki uzun bir süre küçük prense baktı. Sonra da, "Lütfen... Evcilleştir beni!" dedi.

"Çok isterim," dedi küçük prens, "ama burada çok kalamayacağım. Bulmam gereken yeni dostlar ve anlamam gereken çok şey var."

"İnsan ancak evcilleştirirse anlar," dedi tilki. "İnsanların artık anlamaya
zamanları yok. Dükkânlardan her istediklerini satın alıyorlar. Ama dostluk satılan bir dükkân olmadığı için dostları yok artık. Eğer dost istiyorsan beni evcilleştir."

"Seni evcilleştirmek için ne yapmalıyım?" diye sordu küçük prens.

"Çok sabırlı olmalısın," dedi tilki. "Önce karşıma, şöyle uzağa çimenlerin üstüne oturacaksın. Gözümün ucuyla sana bakacağım, ama bir şey söylemeyeceksin. Sözler yanlış anlamaların kaynağıdır. Her gün biraz daha yakınıma oturacaksın..."

Ertesi gün küçük prens yine geldi.

"Aynı saatte gelmen daha iyi olur," dedi tilki. "Örneğin sen öğleden sonra dörtte geleceksen, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Mutluluğum her dakika artar. Saat dörtte artık sevinçten ve meraktan deli gibi olurum. Ne kadar mutlu olduğumu görmüş olursun. Ama herhangi bir zamanda gelirsen yüreğim saat kaçta senin için çarpacağını bilemez. İnsanın belli alışkanlıkları olmalı..."

"Alışkanlıklar mı?"

"Evet. Bunlar çoğunlukla ihmal edilir," dedi tilki.

"Alışkanlıklar bir günü öteki günlerden, bir saati öteki saatlerden farklı kılan şeylerdir. Örneğin benim avcılarımın bir alışkanlığı vardır. Her perşembe köyün kızlarıyla dansa giderler. Bu nedenle perşembeleri benim için güzel günlerdir. Üzüm bağlarına kadar sokulabilirim o günler. Ama avcılar dansa herhangi bir günün herhangi bir saatinde gidiyor olsalardı hiç tatilim olmazdı."

Böylece küçük prens tilkiyi evcilleştirdi. Ayrılma zamanı geldiğinde tilki, "Ağlayacağım," dedi.

"Benim bunda bir suçum yok," dedi küçük prens. "Seni üzmek istememiştim, ama evcilleştirilmeyi sen istedin..."

"Evet, orası öyle," dedi tilki.

"Ama ağlayacağını söylüyorsun."

"Evet, öyle," dedi tilki.

"O halde evcilleştirilmek senin için pek iyi olmadı!"

"Çok iyi oldu!" dedi tilki. "Buğdayların rengini düşün."

Sonra da, "Gidip güllere bak şimdi," diye ekledi. "Kendi gülünün eşi benzeri olmadığını göreceksin. Sonra da gel vedalaşalım. Sana armağan olarak bir sır vereceğim."

Küçük prens gidip güllere baktı.

"Siz benim gülüme benzemiyorsunuz," dedi. "Hatta hiçbir şeysiniz şu anda. Çünkü ne bir kimse sizi evcilleştirdi, ne de siz bir kimseyi. İlk gördüğüm zamanki tilkim gibisiniz. O zaman yüz bin başka tilkiden herhangi biriydi. Ama şimdi dostum oldu ve benim için eşi benzeri yok."

Güller çok utanmışlardı.

"Çok güzelsiniz, ama boşsunuz benim için," diye sürdürdü sözlerini küçük prens. "İnsan sizin için ölemez. Doğru, gelip geçen biri için benim çiçeğimin sizden hiçbir farkı yok. Ama o benim için yüzlercenizden daha önemli; çünkü suladığım, cam bir fanusun altına koyduğum, önüne siperlik yerleştirdiğim çiçek o. Çünkü tırtılları ben onun için öldürdüm. (Birkaç tanesini bıraktık, sonradan kelebek oldular.) Çünkü yakındığı, ya da övündüğü, ya da hiçbir şey söylemediği zamanlarda dinlediğim çiçeğim o benim. Çünkü o benim çiçeğim."

Tilkinin yanına döndü sonra.

"Hoşça kal," dedi.

"Hoşça kal," dedi tilki. "İşte sana bir sır, çok basit bir şey: İnsan yalnız yüreğiyle doğruyu görebilir. Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez."

"Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez," diye yineledi küçük prens; unutmamalıydı bunu.

"Gülünü senin için önemli kılan, onun için harcamış olduğun zamandır."

"Onun için harcamış olduğum zaman..." diye yineledi küçük prens. Unutmamalıydı bunu.

"İnsanlar unuttular bunu," dedi tilki. "Ama sen unutmamalısın.

Evcilleştirdiğimiz şeyden sorumlu oluruz. Sen gülünden sorumlusun..."

"Ben gülümden sorumluyum," diye yineledi küçük prens. Bunu da unutmamalıydı.


Ve kapatıyorum tekrar kutsal kitabı. Düşünüyorum bahçemdeki gülleri teker teker ve tekrarlıyorum Küçük Prens'le birlikte:

Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez...
Gülümü benim için önemli kılan onun için harcamış olduğum zamandır...
Ve ben gülümden sorumluyum...

Sen de.


Devamını okuyun...>>

15 Temmuz 2009 Çarşamba

olduğundan daha iyi

Geceydi...

Karnı açken insan uyuyamıyor biliyor musun? Pencereleri açtığında her evden gelen yemek kokularını ayrı ayrı duyumsayabiliyorsun. Birisi ızgara yapmış. Etin kokusu tüm hücrelerine doluyor. Uykun hepten kaçıyor. Patetes kızartması, fasulye, taze yaprak sarması, kızarmış tavuk eti... Zengin ev bereketi sınırlarında ne varsa onlar. Kokular savaşıyor adeta. Yok ya, daha çok var olsun istiyorsun. Bir şey olmayınca o şey her neyse artsın, çoğalsın. Kalkıp kalkıp buzdolabının kapısını açıyorsun. Sanki lambadaki cin uyanacak da dolabı donatacakmış gibi. Açlık bedeni terbiye ediyor diyorlar, ama ruhu arsızlaşıyor insanın. Hırslanıyorsun. Karnındaki ilk kelebeklenme aşktan değil, açlıktan doğuyor.

Nil böyle yazmıştı günlüğünün yıpranmış sayfalarına. Günlük tutmaktan da hoşlanmıyordu ama yapacak başka bir şey olmadığı için rahatlama istediğini böyle bastırıyordu. İki yıl öncesiyle kıyaslıyordu olan herşeyi. O zaman herşeye sahipti. Kaybedeceğini bilmiyordu. Çocuk ruhu yaşantısının sorunsuz işlediğini fısıldıyordu. Annesinde bir gariplik sezinlemişti ama anlayamıyordu. Güzel bir kadındı. Herkesin annesinden güzeldi. Babasının sinirli hallerinden, asabi tavırlarından eser yoktu. Uysal, sakin ve sabırlı bir insandı. Hep şunu düşünüyordu Nil; böylesine iyi bir kadın neden kötü olanı seçmişti. İyiyle kötünün muazzamı oluşturduğundan haberli değildi o yıllarda. İşin içinden çıkamıyordu bir türlü.


Evlerine gelen yabancı adamlar eşyalarını götürdüğünde, babasının yeni eşyalar aldığı için eskileri attırdığını düşünmüştü. Hamaldı gelen adamlar belli ki. Annesi ağlıyordu eşyalar taşınırken. Gözlerinden yaşlar akmıyordu, gür sesiyle haykırmıyordu. Yüzündeki etler aşağıya sarkıyordu sanki. İfadesi ağlar gibi, gözleri kuruydu. Ağlamanın da çeşitlerini öğrenmeye başlamıştı. Adamlar gittiğinde yalnızca yataklar kalmıştı. Yatağını değiştirmemişti babası. Olsun onu da başka adamlar gelip alacaktı bir zaman sonra.

Yeni eşyalar hiç gelmedi. Uzunca bir süre hep bekledi Nil.

Bir akşam yemeği öncesi...

Sofrada toplandık. Annem kasaptan bir kilo tavuk kemiği almış. İnanılmaz lezzetli oluyor. Karabiber ve tuz koymuş, iyiyce haşlamış. Suyuna da çorba yapmış. Kedilere veriyorlar ya hani. Biri etini satın alıyor sende kemiğini sıyırıyorsun. Olsun ama lezzetinden bir şey eksiltmiyor bu durum.

Babam gelene kadar herşey yine yolundaydı. Masabaşında şakalaşmaya bayılıyorum. Sohbet edebildiğimiz, sanki yemek için değil de özellikle konuşmak için toplandığımız saatler sofra kurulma zamanları. Tavuğun iddiaya girilen eğlence merkezini yakalıyorum ve o iki sihirli cümleyi söylüyorum... Ladesin lades olsun mu? Vermeyen gavur olsun mu? Kahkaha atıyorum. Çünkü aklımda. Öncesi de sonrası da aklımda...

Nil'in babası kapıdan içeri girdiğinde çocukların tümü susmuştu. Annesi adama bakmış, kaşının birinin havada oluşundan sinirlilik rüzgarının eseceğini anlamış, çocukları sessizce uyarmıştı. Sofraya oturduğunda önüne gelen kemiğe burun kıvırmadan yemeğe başladı. Çocuklar sessizleşmiş, yemeklerini yiyorlardı. Korkuyorlardı babalarından. Dayak yemekten değil, en çok sesinden ürküyorlardı. Bağırmasa, sessizce dövse yine aldırmayacaklardı belki de. Sesin dövüş sanatında ustalıkla kullanılan özel bir teknik olduğunu yıllar sonra öğrendi. Kendisi yaşayarak deneyimlemişti.

Yemeğin tuzu eksik mi olmuş ne? Birden tuz istedi adam. Annesi mutfağa gidip tuzluğu getirdi ve kavga o an başladı. Tuz isterken kadının yüzünde tuhaf bir ifade varmış, tavırlıymış. Sofra yerle bir oldu. Tüm kemikler sağa sola savrulmuştu, lades kemiği de yerdeydi. Büyü bozulmuştu.

O bizim son yemeğimiz diye haykırdı Nil. Madem çocuklarına bakmıyorsun, olanı da dağıtmaya hakkın yok demişti. Dememeyi diledi o an. Sesiniz geri almak istedi. Babası bir anda cılız bedenini yakaladı. Kafasını yere bastırdı. Son yemekleriymiş. Öyleyse yerde ye dedi. Zorla, boğulur çiğnemelerle yerdeki kemikleri yedirtti. Araya giren anne bir sandalye darbesiyle yere serildi. Birinin eli kanıyor, diğerinin boğazı şiş, sümük ve salya birbirine karışmış... İçeri geçin, odanıza emri veriliyor... Herkes içerde zorla uyumaya çalışıyor. Annenin çığlıkları odada yankılanıyor. Nil balkona çıkıyor. Çok yüksek, yedinci kattalar. Atlayamıyor. Babasından daha büyük bir korkuyu o an yaşıyor. Yere uzanıyor. Böbreklerini üşütüp ölmeyi planlıyor. Annesi hep öyle söylemişti, böbreklerini üşütürsün sıkı giyin. Soyunuyor. Hafif kalıyor. Yaşları yüzünü yakıyor, bedeni titriyor.

Bu anı düşünüşünü düşünüyor şu anda Nil. Bir cümle onu yıllar öncesindeki anılara taşımaya yetiyor. Biri ona üzülüyor. Ona sarılmak, öpmek ve üzülme demeyi istiyor. Nil şu an olduğunda daha iyi göründüğünü anlatmak istiyor. Sevgisizliğin ne demek olduğunu bilen biri olduğunu düşünüyor. Düşüncelerini paylaşmak istiyor ama ifade edemeyeceğini hissediyor. Nil'in söylemek isteyip anlatmadığı onlarca ayrıntı var hayatında. Onları sunduğunda kendi değerinin azalacağını söylüyor. Bunun nedenini yaratan olaya dönüyor öyle hissettiğinde.

Bir lise sırası...

Ön sıradaki çocuk çok neşeli. Öylesine yakışıklı ki! Yemyeşil gözleri var, durmadan konuşuyor, bir şeyler anlatıyor. Anlattıklarına en çok kendisi gülüyor. Belki de en çok bunu seviyor onda. Gülüşü buğday tenine güzel bir ışık yayıyor. Öğretmen sınıfta otorite sağlayamadığında hep bu çocuğa saldırıyor. Onu susturduğunda tümüne hükmedeceğine inandığından olsa gerek. Çocuk bir tokatla tınılarından arındırılınca, arka sıradaki mesut hane tohumu olan, psikolog cümleli liseli çıtırlar dedikoduya girişiyorlar..

dedi: bu çocuk neden böyle ön plana çıkarıyor kendini anlamıyorum...
koydu: babası sürekli dövdüğü için dışadönük olmaya çalışıyor. Bastırılmış duygularını mutlu olduğu tek yerde açığa çıkarıyor.
dedi: sahiden dayak mı yiyormuş? yazık
koydu: ruh sağlığı bozuk insanları hemen farkedebilirsin. Çok konuşan, aktif kişilerin geçmişleri birçok kırıntılarla doludur.

Vay diyor Nil. Ağam diyor, paşam diyor. Ücretsiz beni de muayene etseler diyor içinden. O çocuğu daha çok sevmesine neden oluyor bu cümleler. Eğer dayak yemeseydim yine konuşacaktım diye düşünmeden edemiyor ama. Kardeşleri de dayak yiyor ama onlar onun kadar konuşmuyor, gülmüyor. Başka nedeni olmalı diyor. Yine çıkamıyor işin içinden...

Bir insanın verebileceğinden de fazla sevgiyi hak ettiğine inanıyor. Eksilenleri birinde toplamaya çalıştığı için haksızlık ettiğini düşünüp kendine kızıyor. Sevgi istemenin kötü bir şey olmadığını söyleyip kendini rahatlatıyor. Karışıklaşıyor, başkalaşamıyor.

saçını tarıyorsun, saçların uzun
omzuna onlarla taşınmış nil nehri afrika'dan
aklını oynatmamış, bile bile taşınmış
duyanlar var
duyanlar var koca nehri omuzunda ağlarken
ben bile ağladım omuzunda kime ne
ağlamanın da bir zamanı vardır sevgilim
örneğin haritalarda ağlanmaz nil'e yağmur inerken
benimkisi, gülüşüm ıslak olmasın diyedir
ağlamadan sayılmaz
kedi mırıltısı desek daha doğru
sahi, salı günü kedilerin olsun mu
çarşambayı enayilere verelim, perşembeyi sevişmelere
haftanın yedi günü yedi perşembe demek senin hesabına göre
gülersin di mi
gül bakalım gül
ben ne zaman şiir yazacağım peki
ne zaman şarkı söyleyeceksin pencerelerde
üzüm lekeleri neyle çıkacak, çiçekler kuruyor susuzluktan
çamaşır derdi olmayacak, ya insanlar, ya gün ışığı
ya salyangozlar
yat kalkla yürür mü sanıyorsun bu hikaye
ama sen şiirsin ekşi roman ekşi öykü
bir de saçların sevişirken nil


(şiir akgün akova'dan alıntıdır.)



Devamını okuyun...>>

13 Temmuz 2009 Pazartesi

gitmeden önce...

Saçlarımın kokusunu çok severler. Gür ve kzıl olmalarının haricinde en büyük özelliği bu sanırım. Zaten bir saçın daha fazla özelliğe sahip olması da anlamsız. Sanırım bu kadara kafatasından savrulan birşey için yeterli. Uzun ve kalın bukleleriyle dalgalanmalarını daima çok sevdim. Bana ait olan herşeyi sevdiğim diğerlerini önemsemediğim gibi.

Adım Olga. Bu ismi kendime 26 yaşımda verdim. Eskisinden hiç hoşlanmazdım. Bana ait değildi. Beni anlatamıyordu. Bir insana konulan isim neyse yakışmalı. En azından onunla alakalı basit detaylar hakkında bilgi verebilmeli. Yoksa bir anlamı olmayan kelime yığınından öteye gidemiyor. Ailemin bana koyduğu isim Emel. Bana ait olmayan ne varsa onu çağrıştıran bir isim. Gerçekleşmesi zamana bağlı olan isteklerle alakadar değilimdir. Her şey şu anda ne kadar varsa o denli önemlidir benim için. Bekleme ve çabalama safhası geriye götürmekten başka bir duygu verecekmiş hissi uyandırmıyor. Gelecekle bağlantı kurarak sabır zincirlerine yeni halkalar eklemek anda var olanı eksiltebilir. Bu bana hiç ilgi çekici gelmiyor.



Şu anda bencil biri gibi göründüğümün farkında olarak yazıyorum bunları. Senin aklında yine senin konumlandıracağın bir alanda nasıl var olacağımın da bir manası yok. Eğer mutlaka bunu kafama takmamı ve bunun önemli olduğunu bana dikte etmeye çalışacaksan, söyleyeceğim bir iki cümle olacak. İki paragraf bir insanı özeti olamaz. Bundan hareketle değerlendirme yapacak bilinçte biriysen senin için yazının seyrini değiştiremeyecek kadar meşgul olacağımı da bil.

Neyse. Yine de çok kabalaşmadan devam etmeliyim. Bunu da kendim istediğim için yaptığımı söylememe gerek yok artık. Anlamışsındır. Bir karar verdim geçen gece. Hayat hikayesinin kötü olduğuna inanan her insan gibi bende yazar olma heveslisi bir budalayım. Anlatacak çok şeyinin olması bir kitap yazmaya yetmez. Sadece konu olacak malzemeyi verir. Bunun da farkındayım. Kendimi mutfakta bolca malzemesi olan bir aşçı gibi hissettim bir anda. Yemek yapma becerisine sahip olmadığım için yemek kötü olacak. Demek oluyor ki mutfakta ne kadar iyi malzemeler olsa da eğer gerçek bir aşçıya emanet edilmezse çöptür. Bu kelimeler de sanal ortamdaki çöp kutusunu boylamayı hak edebilecek ölçüdedir belki de. Kim bilir?

İnsanlığın tanımı kocaman bir kütüphanede barınan kitapların sayfalarına zorla misafir edilmiş cümlelerden ibaret. Davet edilmeyenlerin öyküsü ise hiç bilinmeyecek. Birinin beni zorla bir yere götürmesi fikrine de aşina değilimdir. Kendi alanımı oluşturma ve bir iz bırakma isteğim de bundan doğuyor. Doğum ve yaşayış çizgimin üzerinde seyrederken hafızama aldığım kelimeleri özenle seçmeye çalışıyorum. Biriktirdiklerim son dönemde yaşadığım yerin kötü olmasından mıdır nedir, hep argo sözcükleri veya kaba tabirleri içeriyor. İçermek. Bu kelimeyi çok seviyorum. Er gibi içebilsin her erkek yazmak istedim bir anda. İçli içli ağlamasın bir kadın köşe başında. Kelimeler benim olduğuna göre arsızca kullanmakta da özgürüm.

Şimdi hikayenin en başına dönmeliyim. Hayatımın başladığı günle bitiş günü aynı tarihe denk geliyor. Kasım soğuğunda yere uzanmak ürkütücüydü. Kafama aldığım darbeyle yere devrilirken son gördüğüm şey kıpkırmızı denizdi. Gözlerimin önünde akan kızıllık karşımda duran mavilikle birleşince ortaya daha alacalı bir renk çıktı. Öyle herkesin bahsettiği gibi ne bir ışık gördüm ne de karanlık mağaranın çıkışında birileri adımı seslenip beni çağırdı. Sadece sonsuz bir boşluk hissi hakimdi. Sesler hiç duymadığım bir enstrümandan geliyor gibi, ilk kez dinlediğim için çok farklı geliyordu. Melodi bittiği an veda edeceğimi bildiğim için kendimi tınılara odaklamaya çalıştım var gücümle. Onlara sığındım. Bir süre sonra soğuğa dayanamadığımı, vücudumun kaskatı kesildiğini hissettim. Tenimden süzülen sıcaklık kaynağı tüketince yerini sonsuzluğa bırakacaktı. Biliyordum.

Uyandığımda kaç saat geçtiğini bilmiyordum. Üzerimdeki her şeyi çıkarmışlardı. Çantam, diğer aksesuarlarım da yoktu. Saatimi de bulamamıştım. Benim için çok değerli bir hediyeydi. İşte insan böyle arsızlaşabiliyor. Yaşadığıma sevinmemle bir nesneyi kaybettiğim için duyduğum üzüntü birbirine karışıyor. Bünyelerimizin tam bir harman yeri olduğunu düşünüyorum. Havayı kokluyorum, pazar kokusu alıyorum. Her yerde bir telaş, hafif tatlı yorgunluklar, biraz tembellik var. Evet, bugün pazar olmalı.

Keşke aynamı bıraksalardı. Nasıl görünüyorum acaba? Bir kadın için önemli bir detay güzel olmak. Hırpalanmış bedenimin görünen kısımları beni ürkütüyor. Dizlerim en son küçük bir çocukken böylesine yara bere içindeydi. Neyse ki bu bir nebze olsun mutluluk veriyor. Kendimi tapteze hissediyorum bir anlığına. Çocuk yaralarım geri geliyor ve yalnızlık hissi bir anlığına da olsa geçiyor. Kalkmaya çalıştığımda başım feci şekilde dönüyor. Hemen kalkmama gerek. Biraz soluklanıyorum. Yakında gördüğüm çöp konteynırına doğru gitmeyi istiyorum. Sürüklenerek yavaşta olsa ilerliyorum. Küçük taşlar canımı çok fazla yakmıyor. Aldığım darbeler ağrı eşiğimi yükseltmiş olmalı. Vücuduma yapışan kumlar biraz olsun ısı sağlıyor. Konteynıra vardığımda tutunarak ayağa kalkmayı deniyorum. Demirin soğukluğu ile vücudumun ısısı birbirine yakın geliyor. Kendimi içine kötülükler fırlatılmış boş bir kutu gibi hissediyorum. Çöpte bulmayı umduğum naylon poşetlerle biraz olsun giyinik görünmeyi planlıyorum. Kötü kokacağım fakat eve gidene kadar idare edebilirim. Sonra sıcak bir banyo işimi görür.

Adnan hiçbir zaman akıllı bir adam olmadı. Çabalamadı, denemedi demek istemiyorum. Bazı insanlar doğuştan eksik programlanmış bir makinaya benziyor. Olmamış. Mineralini tutturamamışlar. Elbiselerimi daha uzaklardaki bir çöpe atmayı akıl edemeyişi bana yarıyor. Ah hep böyle bu adam! Hiç değişmeyecek. Zarar verse de farkında olmadan iyiliği de dokunuyor. Kumbaradan bozuk para araklayan minik bir veledin sevinciyle kıyafetlerimi çekip çıkarıyorum. Üzerlerine sinen çürük et kokusu ile fiyatları düşmüş. Geri verirken bir de para ödemem gerekecek. Neyse iyileşince fazla mesaiye kalır hallederim artık ne yapabilirim.

Karakola gitmeyi düşünüyorum. Aynasızlara ne desem acaba. Aynamı kaybettim ama duydum ki sizinki de bir süredir kayıpmış. En iyisi ben size bir ayna kapıp geleyim nöbetçi manifaturacıdan. Belki herkes kendini daha net görebilir. Aynalar yalancıdır gerçi. Neyse konumuz bu değil. Ben? Neden mi bu haldeyim? Sekiz tane yemeyi canım istemedi, karşı çıktım. Onlar da karşı atakta bulundu sanırım. Yeterince açıklayıcı değil mi? Tamam detaylarıyla anlatıyorum. Adnan ile üç kişi için anlaşmıştım. Sahile gidince işin rengi değişti. Telefonla birilerini aradılar. İçki, muhabbet derken sekiz kişiye çıktı. Adnan'a bir kız daha çağır dedim. Sen halledersin sultanım dedi. Karşı çıkınca ayaklanma durumuna geçtiler. Tahtımdan oldum. Yine mi anlamadınız? Kafam gözüm durumu anlatmıyor mu? Şiddete maruz kaldım. Ben, ben mi? Fahişeyim. Ama şu anda konu olmamalı. Kibarca anlatamıyorum özür dilerim. Küfür savurma evresine geçeceğim. Neyse vazgeçtim. En iyisi karakola gitmemeliyim. Sahi karakolda ayna varsa neden içine aldıkları personele ayna temin etmemişler. Ticaretten hiç anlamadım.

En iyisi eve gitmek. Kimselere görünmeden birkaç parça önemsiz eşyayı ve zuladaki mangırları indirip ortadan tamamen yok olmak. Öyle bıraktıklarına göre benden tamamen ümidi kesmiş olmalı. Belki öldüğüme inanır bir müddet ortalarda görünmeyince. Şanslıysam birileri o arada onu da temizler. Yeni sayfamı açarken korku ya da telaş duymak istemiyorum.

Düşüncelerimin elinden tutan olmadı hiç. Bedenimi sarmalayan eller belki daha az acılı olabilirdi öyle olsaydı. Bedenlerimiz toyken öfkelerimiz daha büyük oluyor. Evden ayrılmadan önce keşke bunu hesaplayabilseydim. Ama babam küçük tutsaydı kızgınlıklarını diyorum diğer yandan. O olgunlaşmıştı nasılsa. Kontrolü bu kadar elinde tutmaya çalışırken, çatlaklardan sızanları da farkedebilseydi. Böyle olmazdı. Keşkeleri sevmiyorum ama çok sıkıya geldiğimde, dar anlarımla onlara sarılıp rahatlıyorum. Bir ağrı kesici almam lazım acilen. Başım çok ağrıyor.

İlginç ama şimdi ışığı görüyorum. Demek dedikleri doğruymuş.

"MERSİN SAHİLİNDE KADIN CESEDİ BULUNDU

Mersin sahilinde saçları kazınmış kadın cesedi bulundu. AA Muhabirinin edindiği bilgiye göre Adnan Menderes Bulvarı'ndaki Suphi Öner Öğretmenevi'nin karşısındaki sahil bandında oltayla balık tutan vatandaşlar kayalıkların arasında sıkışmış kadın cesedi gördü. İhbar üzerine olay yerine giden polis ekipleri saçları kazınmış, 45 yaşlarında, çıplak kadın cesediyle karşılaştı. Olay yeri inceleme ekipleriyle savcının yaptığı incelemenin ardından ceset bulunduğu yerden çıkartılarak Mersin Devlet Hastanesi morguna kaldırıldı. Olayla ilgili soruşturmanın sürdürüldüğü bildirildi. "



Devamını okuyun...>>

düş etlerim kanıyor

Kimsenin bilmediği, bilip de görmediği, görüp de bakmadığı, bakıp da anlayamadığı, anlayamayıp da sormadığı, sormayıp da cümleler kurduğu, kurup da beceremediği, beceremeyip de becermiş göründüğü, görünüp de yok olduğu, olup da olmadığı, olamamasının mesele edinilmediği düş bahçelerinden sesleniyorum efendim. Periler üzerimizde gezinedursun, biz öykümüze dönelim.

Bahçemizde herşey serbestti. Buraya gelebilmek için öncelikli şart yalnızca cesaretti. Eğer ruh perdelerinizi aralayabiliyor ve güneşe bakabiliyorsanız bahçeye anında geçiş yapabilirdiniz. Neyin düşünü kurduğunuzun önemi yoktu. Bahçeden girişinizle birlikte sizin için bir peri atanıyor, onlar olmasını dilediğiniz şeyleri gerçek-miş gibi kılıyordu. Düşlerde de olsa mutlu olduğunuzu söylüyordunuz geri döndüğünüzde.

Her bahçenin farklı dokuları, güzellikleri olduğu kaçınılmaz. Düşüne inanan, ona sımsıkı sarılan insanlar vardı aranızda. Onlar daha sık geliyorlar, adeta müptelası oluyorlardı. Leyla Hanım vardı mesela unutamadığım. Oğlunu bir trafik kazasında kaybetmişti zavallı kadın. Günde en az üç defa gelirdi. Periler artık dileğini sormadan oğlunun düşünü getiriyorlardı. Başka bir şey dilememişti ki hiç. Onunla oturur, onsuz yaşananları anlatır, mutsuz olduğunu anladığında kötülüklerden bahsederdi. Oğlunu şanslı olduğuna, çok şey kaçırmadığına ikna ederdi.

Neden sonra güneşe bakıp dilenen düşler yerini karanlıklardan dilenenlere bıraktı. Bahçenin bir yerini başta onlara ayırmıştık. Gün geçtikçe öylesine çoğaldılar ki bahçenin aydınlıkları soldu. Kimileri korkunç arzuları ile geliyorlardı. Bir cinayetin düşünü taşıyor ya da kalp kırma hayali ile kuruyorlardı dilek temellerini. Öyle olunca atanan perilerin arınması uzun zaman alıyordu. Ağlıyordu periler gökyüzünde. Şehrinize yağmur yağıyordu. Siz arındığınızı düşünürken, birinin kini ve kötülüğüyle yıkanıyordunuz. Haberiniz yoktu.

Tek çareniz şuydu. Basitti aslında. Güzel düşlere inanmanız ve ruhunuzu perilere emanet etmeniz kuralsızlık bahçesinin tek geçerli kuralıydı. Yapamıyordunuz demek istemiyordum. Yapmıyordunuz.

Düşleriniz arabaydı, evdi, mücevherdi. Maddi beklentilerinizle manevi kalenizi içten dışa oyma işlemini arsızca sürdüyordunuz. Bir gün bahçeden son iyi düşü dileyen kişi de ayrılınca şehre uzun uzun yağmurlar yağmaya başladı. Sellerin bastığı, basıp da mutsuz ettiği, edip de evsiz bıraktığı, bırakıp da üşüttüğü, üşütüp de aklınızı yitirmeye neden olduğu cinsten.

Yağmurlar durunca şehre döndü periler. Akılsız, delirmiş sizleri buldular. Düşleriniz gitmiş, her biriniz birer düş eti olmuştunuz. Periler uykularına daldılar ve hala uyuyorlar. Düş etinin kanamasını durduran özgür bir ruhun samimi bir dileğiyle uyanmayı bekliyorlar. Umutsuzlar.

Bir dost:D
Devamını okuyun...>>

3 Temmuz 2009 Cuma

memleket elinden ölüm


Zor zamanlar gelir ve hayatımızdaki kendi tanımlandırdığımız kalite standartlarında düşüşler yaşarız. Böyle vakitler gelip çattığında halk ekmeğini, pirincin taşlısını, şarabın köpek öldürenini tanırız. Ucuz etin yahnisi iyi olmaz diye öğütledikleri için başta kaçındığımız bu fakir ama gururlu ürünler, cebimizin dolu anlarında da bize eşlik etmeye devam eder.

İşte yoksul günlerden bir gün, arkadaşlarla sohbetin en alevli yerindeyken, tüttürecek sigara bulunamadığında son çareler aranmaya başlanır. Herkes cebindeki son bozukları verir. Yol paraları, fotokopi paraları ayrıldığında elde kalanına şaşar kalırsınız. Bakkala gidip, elinizdeki parayı masumca bakkal amcaya doğru uzattığınızda artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Büyük buluşma ve sonrasında artık o da içimizden biridir.

sevgili günlük...

Yaklaşık bir haftadır Samsun 216 tüketiyorum. İlk gördüğümde onunla yanyana olmak bile beni tiksindirdi. Kutusu çirkindi, kokuyordu. İçtikten bir saat sonra bile seni terk etmiyordu. Ama dosttu, candı Samsun. Canının sıkıldığı an kolayca erişebiliyordun. Ne Marlboro gibi burnu havada ve erkeksi tavırlarla ahkam kesiyordu etrafına ne de camel gibi uzaktakilere işaret dumanı gönderiyordu. Kendine has bir havası vardı. Evet adı kötü görünebilirdi kimilerine ancak Marlboro da adını bir köyden almamış mıydı?

Geçen gün okul kantininde unuttum onu, derse çıktım. Derste aklıma geldi çıldırmış gibi izin isteyip doğru geri döndüm. Vakur bir şekilde öylecene bekliyordu beni. Misal bir amerikan sigarası seni beklemez, niyeti olsa bile öyle bir havalanır, salınır ki mutlak kendini bir cebe sığdırmayı başarır. Ama o beklemişti. O an... işte o an daha bir sevdim keratayı.

Devamını okuyun...>>
Huysuz ve tatlı bir kadın: Afife Jale

Kimine göre sanat fedaisi, kimine göre ucuz bir sokak fahişesiydi Afife. Adının manasına uygun yaşadığı yıllarda bile çoğu kez iffetsizlikle suçlandı. Tarihe adını, 'Sahneye İlk Çıkan Türk Tiyatrocu Kadın' olarak yazdıran Afife'nin ilk rolü, Hüsetin Suat'ın Yamalar adlı oyunundaki genç kadın karakteri Emel'di. Yıllar sonra o günü anlattığında 'Hayatımda mesut olduğum ilk geceydi.' diyecekti. 39 yıla sığan yaşam öyküsünde nice mutluluklar yakalamasına rağmen hakiki emeline bir türlü ulaşamadan; duasız, terkedilmiş bir akıl hastanesi odasında hayata gözlerini yumdu.


1918 yılında, kalbindeki tiyatro ve sahne aşkı ağır basan küçük Afife, ailesinden gizlice sınavlara girer. Daha onaltısına yeni basmış, azmi, kabiliyeti ve güzelliğiyle dikkat çeker. Sınavlarda başarılı olmuş ve tiyatroya kabul edilmiştir. Ancak o dönemde Türk kadınlarının sahneye çıkması yasak olduğu için hep sahne arkası işlerde çalışır. Bir nevi umutsuzlukla yarışa girişir, imkansız olanı bilmesine karşın bildiği yolda ilerler. Yurtdışından ihraç yabancı aktristlerin provalarında onları dikkatle izler, rollerini ezberler, kendini daima sahneye çıkacak gibi hazır tutar. Tiyatroya girişinin ikinci yılında, Hüseyin Suat'ın Yamalar adlı oyununun sahne hazırlıkları devam etmektedir. Apollon Tiyatrosu'nda sergilenecek oyunun duyuruları yapılmış, tüm biletler neredeyse tükenmiştir. Ancak oyunculardan biri, Fransız Eliza Binemeciyan topluluktan ayrılmış ve yurtdışına gitmiştir. Oyunun tarihi bir hafta ileri atılır ve çözüm yolları aranmaya başlanır. İşte tam bu esnada akıllara bir fikir gelir. Sahne gerisinde çalışan genç kadınlardan biri belki bu rolü kotarabilir diyerek bir eleme kurulu tertip edilir. Afife, can kulağıyla dinlediği ve ezberlediği bu rolü en başarılı şekilde uygulayan kadındır. Role seçilir ancak müslüman olduğu ve sahneye çıkması kötü sonuçlar doğuracağı için, 'Jale' takma adıyla sahneye çıkmasına karar verilir.

1920 yılında sahnelerle tanışan Afife Jale'nin yıldızı işte bu oyunla parıldamaya başlar. İlk oyun sahnesi kısmen sorunsuz geçse de diğer oyunlarda tiyatro baskına uğrar. Bir iki kez uyanıklık ederek Afife'yi kaçırmayı başarmışlardır. Ancak her defasında şans yaver gitmez; genç kadın karakola götürülür. Hırpalanır, aşağılanır. Sözlü şiddetin yanı sıra bedensel şiddete de maruz kalır. Sahnelerde delicesine alkışlanan genç kadın, babasının gözünde artık bir fahişedir. Ailesi olan tüm bağı bu olaylar ve sahneye çıkışıyla bitmiştir. Tiyatroda saygı ve itibarla karşılanmasına rağmen günlük hayatta sıkça benzer sorunlarla karşılaşır.

Afife bu yıllarını ve sonrasını aile sevgisinden uzak geçirir. Sahneye çıkışı büyük sorunlar yaşamasına neden olduğu için sürekli huzurluklarla boğuşur. Bu esnada yaşadığı psikolojik rahatsızlıkları aşabilmek için morfin kullanmaya başlar. Azim ve çalışkanlıkla başlayan tiyaro yaşantısı, bağımlı hale gelmesi nedeniyle sekteye uğramaya başlar. 1923 yılında Atatürk'ün emriyle Müslüman Türk kadınlarının sahneye çıkmasına izin verilmiştir. Ancak Afife eski Afife değildir artık. Yaşantısının düzensizliği ve bağımlılığı nedeniyle tiyatrolara kabul edilmez. Şehir dışında oyunlar sergileyen ekiplerle yola koyulur. Şansını orda değerlendirmeye çalışır.

Yıllar benzer telaşlar ve karmaşalarla geçereken bir bahar akşamı Hafız Burhan'ın konserine gider Afife. Orda sanatçının arkasında tamburuyla eşlik eden Selahattin Pınar'ı görür. Ortak dostları sayesinde tanışır ve kısa sürede yakınlaşırlar. Arkadaşlıkları yaklaşık iki yıl sürer ve evlilikle neticelenir (1929).

Evliliklerinin ilk yılları sorunsuz ve büyük aşk tanımlarını kıskandıracak bir uyumla geçer. Evde çocuklar gibi saklambaç oynamalarla, bestelerle, taklitlerle, kahkahalarla... Selahattin Pınar, ahu gözlü güzel karısının aşkıyla sanat hayatında yükselmeler yaşarken Afife gerilemeye devam eder. Tiyatrolardan teklif gelmemekte, ötelendiğini hissetmektedir. Yavaş yavaş eski alışkanlıklarına sarılmaya başlar genç kadın. Bir gün odada koluna ilaç zerk ederken eşi bu durumu görür ve inanamaz. Afife'yi döndürmeye çalışır yolundan. Yapamaz, olduramaz. Kendi de ipsiz kuyuya çekilmek üzeredir. O da mutluluğu uyuşturucularda aramaya başlar. Afife çöküşü daha ilerilere götürür. Morfin edinebilmek için eczacı ile birlikte olur. Selahattin Pınar durumdan haberdar olduğunda büyük bir yıkım yaşar. Aşık olduğu, taptığı kadını terk etmek ister ancak başaramaz. Bu şekilde devam ederler. An gelir Afife yalvarmaya başlar. Eğer ayrılmazlarsa onun hayatını da aşağı çekeceğini anlatır. Yol yakınken, zaman varken onu terk etmesini ve kurtulmasını söyler. İstemeyerek de olsa ayrılırlar. İmzalar evraklardan silinmiştir silinmesine ama aşkları gönüllerinden silinmeyecektir.

Ayrılık sonrasında Selahattin Pınar adeta sanat hayatının zirvesine tırmanışa geçer. Afife ile birlikteyken ve boşanmaları sonrasında bestelediği parçalarla o da adını unutulmayanlara yazdıracaktır. Karşılıksız aşk, ümitsizlik ve ayırlık acısı ile dolu besteler icra eder.

Afife ayrılık sonrası tam anlamıyla çöküşe geçer. Sokaklarda, parklarda, bilmediği adamların koynunda, bilmedik evlerde gözlerini açmaya başlar. Uyur uyanır. Olumsuzlukların geçmesini uyuşturuculardan diler hale gelir. Çözümsüzlüğünü gören eski arkadaşları el birliğiyle onu Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastenesi'ne yatırırlar. Uzunca süre tedavisi gereği burda kalır. İyileşemez. Vücudu ilaçların ve ağır uyuşturucuların etkisiyle güçsüz düştüğü için, 39 yaşında veda eder yaşamına.

Mezarında aklı sağ iken tanıdığı, sevdiği kimse yoktur. Hastane görevlileri ve imam eşliğinde toprak üzerine serilir. Yıllar geçer mezarının yeri unutulur. Tarihte mezarı unutulan İlk Tiyatrocu Kadın da yine Afife Jale olmuştur herhalde.


Devamını okuyun...>>

2 Temmuz 2009 Perşembe

Sivas



Sivas Katliamı için söylenebilecek çok bir şey yok. Gerçekleri çok büyük bir ihtimalle öğrenemeyeceğiz;
Yalnızca gericilerin çıkarttığı bir olay mıydı?
Planlanmış mıydı?
Derin Devlet'in parmağı var mıydı?
Aziz Nesin neden davet edilmişti?
Polis neden müdahale etmedi?

Bunları, itiraflardan, belgelerden, kayıtlardan öğrenebileceğimize bile şüpheliyim. Yalnız bildiğim bir şey var: kullanılan araç.

Haçlı seferlerinden, Kızılderilerin yok edilmesine
Dünya Savaşlarından, kadınların ezilmesine

sürekli kullanılan aynı araç


"Din, insanoğlunun yüceliğinin alçaltılmasıdır. Din olsa da, olmasa da her zaman iyi şeyler yapan iyi insanlar ve kötü şeyler yapan kötü insanlar olacaktır. Ancak, iyi insanların kötülük yapabilmesi için din gerekir."

Steven Weinberg
Devamını okuyun...>>

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Herri Batasuna vs DTP




İspanya'da ayrılıkçı Batasuna ve Herri Batasuna partileri 27 Mart 2003 yılında İspanya Yüksek Yargısı tarafından kapatılmıştı. İspanya'da Bask Bölgesinin bağımsızlığı için silahlı mücadele veren ETA örgütünün siyasi kanadı olan Batasuna ve Herri Batasuna partileri 2004 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM)kararın hukuksuz olduğu yolunda şikayette bulunmuştu.

Dün AİHM kararını verdi: "iki siyasi partinin kapatılması temel bir toplumsal ihtiyaca yanıt vermiştir, İspanya yargısının kapatma kararı alırken ETA ile söz konusu partiler arasında bağ bulunduğuna kanaat getirmek ve makul sonuçlara ulaşmak için yeterli oranda bir soruşturma yürütülmüştür. Eta ve parti bağlantıları nesnel olarak demokrasiye karşı bir tehdittir"

Tabi akla hemen Türkiye, Türkiye'de kapatılan partiler ve Dtp geliyor. Aşağıda, "İspanya Siyasi Tarihinde Bask Milliyetçiliği" adlı kitabın yazarı Akın Özçer'in Star Gazetesine 2007 yılında verdiği röportajı göreceksiniz. Akın Özçer'in "www.hispanatolia.com" adresinde İspanya ve Türkiye'yi birbirlerine daha iyi tanıtmayı amaçlayan bir sitesi de mevcuttur.




- İspanya ve Türkiye ayrılıkçı terör nedeniyle benzer tecrübeler yaşıyor, yaşadı. ETA 40, PKK 30 yıldır terör estiriyor. ETA ve PKK çıkış noktaları, amaçları itibariyle birbirine benziyor mu?


Benziyor gibi. İkisi de terörle halkı korkutarak o devletle masaya oturmak istiyor. ETA ilk başta terör amacı olmayan EKIN grubundan çıktı. EKIN Baskça konuşmak da dahil kültürel hakların yasaklandığı Franco"nun diktatörlük döneminde, Bask Kilisesinin himayesinde gizli dil okulları açan bir gruptu. Kesinlikle terörist değildi. ETA da başta değildi. Daha çok Fransa"da kongreler yaptı ve Bask milliyetçiliği teorisini geliştirdi.


- Bask milliyetçiliğinin tarihsel gelişimi nasıldı?


Basklar 19. asrın ikinci yarısına dek dilleri, Katolik köylü kültürleri ve adli, idari, mali yasama yetkileriyle kısmi özerk bir yapıya sahipti. Bu kaldırılınca milliyetçilik başladı ve 1895"te ilk parti PNV adıyla kuruldu. PNV 1930"larda sürgüne yollanıp, kültürel ve etnik farklılar yok sayılıp, Bask dili de yasaklanınca ortaya EKIN-ETA çıktı.


- Bask milliyetçiliğinin terörü araç haline getirmesi nasıl oluyor?


ETA Avrupa federalizminden marksizme birçok düşünce akımından ve gerilla savaşı teorilerinden etkileniyor ve siyasi hedefe ulaşmak için 1968"de ilk terör eylemini yapıyor. Ve ideolojik temelde ikiye ayrılıyor. Bir kolu demokratikleşen ülkede siyaset yapmak için terörü bırakırken askeri kolu terörden vazgeçmiyor.


- PKK"yla ETA"nın eylem biçimleri benzerlik taşıyor mu?


ETA kör terör de uyguladı ama daha çok seçilmiş isimlere yönelik terör eylemleri gerçekleştirdi.


- İspanya ve Türkiye"nin terörle mücadele yöntemi benziyor mu peki?


Franco döneminde terörle mücadele tümüyle sert askeri ve cezai yaptırımlar üzerine kurulmuştu. Mesela terörün içinden çıktığı bölge abluka altına alınarak sadece teröristlere değil, onları koruduğu düşünülen bölge halkına da baskı yapılıyordu.




- Bir tür olağanüstü hal gibi mi?


Ötesinde. Yakalanan ETA militanlarına eylemleriyle orantısız cezalar veriliyordu. Adam öldürmeyenlere bile idam cezası isteniyordu. Bu, Avrupa ülkelerinin İspanya"ya müdahalesine yol açtı, ETA"ya da hiç hak etmediği halde "demokrasi mücahitliği" payesi kazandırdı.


- Sonra ne oldu?


Şimdiki Kral Juan Carlos devlet başkanı oldu. Diktatörlüğün devamı için seçilmişti ama Franco"nun aksine ülkesini evrensel demokrasilere uygun bir anayasayla yönetmeyi seçti. Ve Başbakan olarak atadığı Adolfo Suarez"le birlikte tüm İspanyol toplumunun katılımıyla demokratik anayasa yapılabilmesi için dünyada eşi olmayan bir reform süreci başlattı.


- "Tüm toplumun katılımı" ayrılıkçı fikre sahip olanları da kapsıyor muydu?


İşte bu çok önemli. Carlos"un yaklaşımı, "yeni anayasal sistemin mümkünse ayrılıkçı unsurları da içine alan en geniş mutabakatın sağlanması" yönündeydi. Kimse dışarıda kalmamalıydı ki sorun çözülebilsin. Ama ETA ile mücadelede yöntem birden değiştirilmedi. Hatta İspanya AB"ye girene kadar karşı terör örgütlenmesi Fransa"daki ETA mensuplarını vurdu. O dönemde Fransa"nın İçişleri Bakanı ETA"yı "milli kurtuluş hareketi" olarak niteliyordu. Yani İspanya sorunu çözmek için böylesine zor bir ortamda reformlar ve yeni anayasa yaptı. Türkiye için de öncelikli şart, evrensel demokratik ilkelere uyan bir anayasa.


- Mevcut anayasa hangi noktada terörle mücadeleye yardımcı olamıyor?


Anayasalarda doğrudan terörle mücadeleyle ilgili maddeler olmaz. Önemli olan, anayasada ifade ve örgütlenme özgürlüğünün, taraf olunan Avrupa sözleşmelerindeki evrensel standartlara uymasıdır. Bunun tek sınırı, hakaret, şiddeti, terörü veya bu tür eylemlerde bulunan kişi ya da örgütleri övmektir. Anayasaya aykırı hususların dile getirilmesi, bu sınırda kalmak kaydıyla, ifade özgürlüğü kapsamındadır. Anayasamızdaki eksiklik, terörle mücadelede, ayrılıkçılıkla terör arasındaki farka dayalı yöntemlerin uygulanmasını engelliyor.


- İspanya sorunu henüz çözmüş değilse de ETA"nın gücü, tabanı hayli zayıfladı, bunu da anayasayla yaptı. Türkiye de yeni anayasa hazırlığında. İspanya tecrübesi bize örnek olabilir mi?


Tabi ama arada 30 yıl fark var. Ayrıca demokratik ülkeler topluluğu arasında yer almak istiyorsak terör olmasa dahi yeni bir anayasa yapmalıyız. "AB bunu dayatıyor" gibi bahaneleri bırakarak, kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi"nin Strasburg kriterlerine uymalıyız.



- İspanya 1977"de yeni anayasasını yaparken siyasi af çıkarıyor. Buna rağmen ETA terörü artıyor. Türkiye"de de AB sürecinde sivil alan genişlemişken ve yeni anayasaya çalışılırken PKK terörü azdı. Aradaki fark ne, siyasi af mı? Bu af teröristleri de mi kapsamalı?


Kan dökenlerin affı söz konusu olamaz, İspanya"da da olmadı. Af teröristleri değil Franco"nun "anti İspanya" dediği siyasi muhalifleri kapsıyordu. Sosyalistler bile siyasi muhalif sayılıyordu. ETA mensuplarından affedilenler adam öldürmemiş, muhalif, düşünce suçlusu olanlardı. ETA"nın da siyasi parti kurarak seçimlere katılması öngörülmüştü.


- DTP"ye gelelim. DTP ile Batasuna arasında ne gibi benzerlik, farklılık var?


Batasuna ETA"nın siyasi kolu. ETA"yı terör örgütü olarak görmüyor ve kınamıyor. Şiddetin karşılıklı olduğunu söylüyor. Hatta oto-determinasyon (kendi kaderini tayin etme) hakkının engellendiğini öne sürüyor. ETA mensuplarını listesinden özerk parlamentoya sokuyor. İspanya"da Batasuna dışında Bask milliyetçisi, özerklik hatta bağımsızlık isteyen ve ETA"nın siyasi hedefini paylaşan başka partiler de var ama onlar ETA"yı terörü kullandığı gerekçesiyle kınıyor, lanetliyor ve "onlar kardeşimiz" gibi söylemlerde bulunmuyor. PKK"yı kınamama ve dolaysız veya dolaylı övgü açısından evet, DTP Batasuna"ya benziyor.

- Benzemeyen noktalar yok mu?


Benzemeyen noktalar, Türkiye ile İspanya arasında. Bazı İspanyollar, Kürtlere, Basklara tanınan anayasal hakların verilmediğini, Türkiye"nin yeterince demokratik olmadığını söylüyor. Bir fark da İspanya"da Batasuna dışında -ılımlı Bask milliyetçisi, özerklikçi, ayrılıkçı- başka partilerin olması. Biz de ise yok.


- Peki İspanya bu açılımdan sonra terörle mücadelede nasıl bir yol kat etti?


ETA"ya "silahı bırak, gel siyaset yap" deyince ETA ikiye ayrıldı. Askeri kolu adam vururken, siyasi kanadı "ETA bize zarar veriyor, siyaset hakkından da hoşlandık" diyerek 1981"de görüşmelere başladı ve silah bıraktı. Kan dökmemiş olanlar EE diye bir parti kurdu. Şu an sosyalist parti içindeler. ETA"dan o kadar uzaklaştılar ki sisteme tamamen entegre oldular. Büyük bir başarıdır bu.


- Ayrılıkçıları bile sistem içine çekme deneyimi ETA ve Batasuna"nın tabanı dışındaki geniş kesim ve İspanya için kolay oldu mu peki? Türkiye"de kültürel hak ve özgürlüklerle ilgili adım atmak çok zor ve sancılı oluyor biliyorsunuz, üstelik terör de azalmıyor?


Eski mesleğimden de biliyorum; Türkiye"nin başını en çok ağrıtan sorun demokratikleşme sorunudur. Anayasayı mutlaka yenilemeliyiz. İspanya ETA eylemlerini arttırdığı halde, onlara aldırmayarak başardı bunu. PKK"nın terör eylemlerini artırarak bu süreci baltalamasına izin vermemeliyiz. Çünkü tam demokratik bir Türkiye, İspanya"da olduğu gibi, öncelikle terör örgütlerinin işine gelmiyor.


- Siyasi partiler yasası ile seçim yasasında da değişiklik gerekmez mi?


Elbette, bir parçası çünkü. Yüzde 10 barajı komik. İspanya"da baraj yüzde 3. Temsille siyasi alana çekmek önemli. Terörden caydırmak için de bir şeyler yapmalı ama yeni anayasa olmadan zor.



- Evet ama PKK nedeniyle 30 yılda 30 binden fazla vatandaşımızı kaybettik. Oysa ETA 40 yılda 800 kişiyi öldürdü. Türkiye"de çok can yandığı, PKK nefreti şehitlerle ülkenin her yerine yayıldığı için terörle mücadelenin bir parçası olarak da olsa demokratikleşme adına atılacak her adım toplumsal anlamda kıyas dahi götürmeyecek bir tepkiyle karşılanacaktır?


Valla ben şöyle düşünüyorum. Bir kere Türk toplumu Kürt kökenli milyonlarca vatandaşımızı da kapsıyor. Toplumsal tepki derken bir ayırım yapmamak durumundayız. Ben bu nedenle, toplumsal tepkiyi genel çerçevede değerlendiriyor ve bu tepkinin demokratikleşme karşısında yer alacağını sanmıyorum.


-Bu bir anlamda terör örgütünün siyasallaşması demek?


Terör örgütü siyasi bir yapıdır. Hedefine varmak için terörü araç olarak kullanır. Siyasallaşma olanaklarını ortadan kaldırırsanız elinizde terör kalır. Terörün kalkması için meşru siyaset alanını açmak lazım.


-Bölge halkının taleplerinin meşru zeminde birden çok parti aracılığıyla dillendirilmesi önemli ama Türkiye"de DTP dışında temsil yeteneği olan başka bölge partisi yok. PKK"nın bölge insanları, aydınları ve partileri üzerinde baskı kurduğu da malum. Dolayısıyla o bölgeden farklı seslerin çıkması da pek kolay değil?


PKK"nın buna izin verip vermediğini bilmiyorum ama İspanya"dan farkımız burada. Türkiye"de PKK şiddetini kınayan, reddeden, Kürt ya da bölge milliyetçisi, hatta özerklikçi partilerin de olması gerek. Batasuna ile DTP arasında pek fark yok ama Batasuna şimdi kapalı olsa da diğer partiler meşru alanda temsili gerçekleşiyor. Bu önemli bir fark. Ayrıca orada yeni anayasanın yapılmasına özerklik talep eden, hatta ayrılıkçı milliyetçi partiler de katılmıştı. Hem de o zaman toplam oyları yüzde 6 olduğu halde. Toplumsal mutabakat için önemli olan, aritmetik çoğunluklar yaratmak değil, azınlık olan grupların da katkılarıyla asgari müştereklerde birleşebilmektir.


-Fransa ETA"ya yıllarca kucak açtı, tıpkı önce Suriye"nin şimdi Irak"ın PKK"yı barındırması gibi. Ama İspanya Avrupa"nın ucunda, denizle yalıtılmış bir ülke. Türkiye"nin ise kara sınırındaki çevresi hem çok istikrarsız, hem de uzun vadeli başka büyük siyasi hesapların nesnesi. Yani çok daha keskin bir bıçak sırtındayız ve o yüzden de bütün bunları yapmak İspanya"ya göre çok daha zor?


Evet, Fransa komşularımıza göre daha demokratik bir ülke olmasına rağmen yaptı bunu. Üstelik ETA"nın hedeflediği bağımsız Bask devleti topraklarının bir kısmı Fransa"nın içinde. Ama böyle bir devlet haritada yok. PKK"ya bağlı Kürtler bağımsız bir devlet istiyor mu bilmiyorum ama istiyorsa güneyde özerk bir yapı var zaten. Fark burada. ETA mutlak bağımsızlık istiyor ve o devletin bir ucu da Fransa"da. Buna Fransa hiçbir zaman izin vermeyecektir. Özerk Kürt yönetimini destekleyen ABD için böylesine emin konuşamıyoruz haliyle.


-PKK terörü ve uzantıları uluslararası hesaplar için de kullanışlı bir malzeme olduğundan...


...Bakın, İspanya modelinde terörle mücadeleden bahsediyoruz. Ama toplumsal mutabakat için anayasa Fransa modeline dayandırılmalı. Benim önerim yöntem olarak İspanya, içerik olarak Fransa modeli. İspanya ile aynı olamasa da terörle mücadelede topluma kazandırma devreye girmeli. "Gel siyaset yap ama silahı kesinlikle bırak" denebilir. Adam öldürenler cezasını çeker ama diğerleri indirim yapılacağını, siyasi haklardan yıllarca mahrum olmayacağını bilmeli ki silah bıraksın.



Devamını okuyun...>>