Geceydi...
Karnı açken insan uyuyamıyor biliyor musun? Pencereleri açtığında her evden gelen yemek kokularını ayrı ayrı duyumsayabiliyorsun. Birisi ızgara yapmış. Etin kokusu tüm hücrelerine doluyor. Uykun hepten kaçıyor. Patetes kızartması, fasulye, taze yaprak sarması, kızarmış tavuk eti... Zengin ev bereketi sınırlarında ne varsa onlar. Kokular savaşıyor adeta. Yok ya, daha çok var olsun istiyorsun. Bir şey olmayınca o şey her neyse artsın, çoğalsın. Kalkıp kalkıp buzdolabının kapısını açıyorsun. Sanki lambadaki cin uyanacak da dolabı donatacakmış gibi. Açlık bedeni terbiye ediyor diyorlar, ama ruhu arsızlaşıyor insanın. Hırslanıyorsun. Karnındaki ilk kelebeklenme aşktan değil, açlıktan doğuyor.
Nil böyle yazmıştı günlüğünün yıpranmış sayfalarına. Günlük tutmaktan da hoşlanmıyordu ama yapacak başka bir şey olmadığı için rahatlama istediğini böyle bastırıyordu. İki yıl öncesiyle kıyaslıyordu olan herşeyi. O zaman herşeye sahipti. Kaybedeceğini bilmiyordu. Çocuk ruhu yaşantısının sorunsuz işlediğini fısıldıyordu. Annesinde bir gariplik sezinlemişti ama anlayamıyordu. Güzel bir kadındı. Herkesin annesinden güzeldi. Babasının sinirli hallerinden, asabi tavırlarından eser yoktu. Uysal, sakin ve sabırlı bir insandı. Hep şunu düşünüyordu Nil; böylesine iyi bir kadın neden kötü olanı seçmişti. İyiyle kötünün muazzamı oluşturduğundan haberli değildi o yıllarda. İşin içinden çıkamıyordu bir türlü.
Evlerine gelen yabancı adamlar eşyalarını götürdüğünde, babasının yeni eşyalar aldığı için eskileri attırdığını düşünmüştü. Hamaldı gelen adamlar belli ki. Annesi ağlıyordu eşyalar taşınırken. Gözlerinden yaşlar akmıyordu, gür sesiyle haykırmıyordu. Yüzündeki etler aşağıya sarkıyordu sanki. İfadesi ağlar gibi, gözleri kuruydu. Ağlamanın da çeşitlerini öğrenmeye başlamıştı. Adamlar gittiğinde yalnızca yataklar kalmıştı. Yatağını değiştirmemişti babası. Olsun onu da başka adamlar gelip alacaktı bir zaman sonra.
Yeni eşyalar hiç gelmedi. Uzunca bir süre hep bekledi Nil.
Bir akşam yemeği öncesi...
Sofrada toplandık. Annem kasaptan bir kilo tavuk kemiği almış. İnanılmaz lezzetli oluyor. Karabiber ve tuz koymuş, iyiyce haşlamış. Suyuna da çorba yapmış. Kedilere veriyorlar ya hani. Biri etini satın alıyor sende kemiğini sıyırıyorsun. Olsun ama lezzetinden bir şey eksiltmiyor bu durum.
Babam gelene kadar herşey yine yolundaydı. Masabaşında şakalaşmaya bayılıyorum. Sohbet edebildiğimiz, sanki yemek için değil de özellikle konuşmak için toplandığımız saatler sofra kurulma zamanları. Tavuğun iddiaya girilen eğlence merkezini yakalıyorum ve o iki sihirli cümleyi söylüyorum... Ladesin lades olsun mu? Vermeyen gavur olsun mu? Kahkaha atıyorum. Çünkü aklımda. Öncesi de sonrası da aklımda...
Nil'in babası kapıdan içeri girdiğinde çocukların tümü susmuştu. Annesi adama bakmış, kaşının birinin havada oluşundan sinirlilik rüzgarının eseceğini anlamış, çocukları sessizce uyarmıştı. Sofraya oturduğunda önüne gelen kemiğe burun kıvırmadan yemeğe başladı. Çocuklar sessizleşmiş, yemeklerini yiyorlardı. Korkuyorlardı babalarından. Dayak yemekten değil, en çok sesinden ürküyorlardı. Bağırmasa, sessizce dövse yine aldırmayacaklardı belki de. Sesin dövüş sanatında ustalıkla kullanılan özel bir teknik olduğunu yıllar sonra öğrendi. Kendisi yaşayarak deneyimlemişti.
Yemeğin tuzu eksik mi olmuş ne? Birden tuz istedi adam. Annesi mutfağa gidip tuzluğu getirdi ve kavga o an başladı. Tuz isterken kadının yüzünde tuhaf bir ifade varmış, tavırlıymış. Sofra yerle bir oldu. Tüm kemikler sağa sola savrulmuştu, lades kemiği de yerdeydi. Büyü bozulmuştu.
O bizim son yemeğimiz diye haykırdı Nil. Madem çocuklarına bakmıyorsun, olanı da dağıtmaya hakkın yok demişti. Dememeyi diledi o an. Sesiniz geri almak istedi. Babası bir anda cılız bedenini yakaladı. Kafasını yere bastırdı. Son yemekleriymiş. Öyleyse yerde ye dedi. Zorla, boğulur çiğnemelerle yerdeki kemikleri yedirtti. Araya giren anne bir sandalye darbesiyle yere serildi. Birinin eli kanıyor, diğerinin boğazı şiş, sümük ve salya birbirine karışmış... İçeri geçin, odanıza emri veriliyor... Herkes içerde zorla uyumaya çalışıyor. Annenin çığlıkları odada yankılanıyor. Nil balkona çıkıyor. Çok yüksek, yedinci kattalar. Atlayamıyor. Babasından daha büyük bir korkuyu o an yaşıyor. Yere uzanıyor. Böbreklerini üşütüp ölmeyi planlıyor. Annesi hep öyle söylemişti, böbreklerini üşütürsün sıkı giyin. Soyunuyor. Hafif kalıyor. Yaşları yüzünü yakıyor, bedeni titriyor.
Bu anı düşünüşünü düşünüyor şu anda Nil. Bir cümle onu yıllar öncesindeki anılara taşımaya yetiyor. Biri ona üzülüyor. Ona sarılmak, öpmek ve üzülme demeyi istiyor. Nil şu an olduğunda daha iyi göründüğünü anlatmak istiyor. Sevgisizliğin ne demek olduğunu bilen biri olduğunu düşünüyor. Düşüncelerini paylaşmak istiyor ama ifade edemeyeceğini hissediyor. Nil'in söylemek isteyip anlatmadığı onlarca ayrıntı var hayatında. Onları sunduğunda kendi değerinin azalacağını söylüyor. Bunun nedenini yaratan olaya dönüyor öyle hissettiğinde.
Bir lise sırası...
Ön sıradaki çocuk çok neşeli. Öylesine yakışıklı ki! Yemyeşil gözleri var, durmadan konuşuyor, bir şeyler anlatıyor. Anlattıklarına en çok kendisi gülüyor. Belki de en çok bunu seviyor onda. Gülüşü buğday tenine güzel bir ışık yayıyor. Öğretmen sınıfta otorite sağlayamadığında hep bu çocuğa saldırıyor. Onu susturduğunda tümüne hükmedeceğine inandığından olsa gerek. Çocuk bir tokatla tınılarından arındırılınca, arka sıradaki mesut hane tohumu olan, psikolog cümleli liseli çıtırlar dedikoduya girişiyorlar..
dedi: bu çocuk neden böyle ön plana çıkarıyor kendini anlamıyorum...
koydu: babası sürekli dövdüğü için dışadönük olmaya çalışıyor. Bastırılmış duygularını mutlu olduğu tek yerde açığa çıkarıyor.
dedi: sahiden dayak mı yiyormuş? yazık
koydu: ruh sağlığı bozuk insanları hemen farkedebilirsin. Çok konuşan, aktif kişilerin geçmişleri birçok kırıntılarla doludur.
Vay diyor Nil. Ağam diyor, paşam diyor. Ücretsiz beni de muayene etseler diyor içinden. O çocuğu daha çok sevmesine neden oluyor bu cümleler. Eğer dayak yemeseydim yine konuşacaktım diye düşünmeden edemiyor ama. Kardeşleri de dayak yiyor ama onlar onun kadar konuşmuyor, gülmüyor. Başka nedeni olmalı diyor. Yine çıkamıyor işin içinden...
Bir insanın verebileceğinden de fazla sevgiyi hak ettiğine inanıyor. Eksilenleri birinde toplamaya çalıştığı için haksızlık ettiğini düşünüp kendine kızıyor. Sevgi istemenin kötü bir şey olmadığını söyleyip kendini rahatlatıyor. Karışıklaşıyor, başkalaşamıyor.
saçını tarıyorsun, saçların uzun
omzuna onlarla taşınmış nil nehri afrika'dan
aklını oynatmamış, bile bile taşınmış
duyanlar var
duyanlar var koca nehri omuzunda ağlarken
ben bile ağladım omuzunda kime ne
ağlamanın da bir zamanı vardır sevgilim
örneğin haritalarda ağlanmaz nil'e yağmur inerken
benimkisi, gülüşüm ıslak olmasın diyedir
ağlamadan sayılmaz
kedi mırıltısı desek daha doğru
sahi, salı günü kedilerin olsun mu
çarşambayı enayilere verelim, perşembeyi sevişmelere
haftanın yedi günü yedi perşembe demek senin hesabına göre
gülersin di mi
gül bakalım gül
ben ne zaman şiir yazacağım peki
ne zaman şarkı söyleyeceksin pencerelerde
üzüm lekeleri neyle çıkacak, çiçekler kuruyor susuzluktan
çamaşır derdi olmayacak, ya insanlar, ya gün ışığı
ya salyangozlar
yat kalkla yürür mü sanıyorsun bu hikaye
ama sen şiirsin ekşi roman ekşi öykü
bir de saçların sevişirken nil
(şiir akgün akova'dan alıntıdır.)
15 Temmuz 2009 Çarşamba
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder