Uzun zaman önceydi. Şimdi baktığımda hayatımla ilgili hatırlayabildiğim ilk anı kadar geçmişte kalmış bir sabahtı. Yeni uyanmıştım ve farkettiğim ilk şey gövdeme yaslanmış yüzüydü. O zamanlar bu kadar sıkıntılı hissetmezdim üzerimde oynayan saçların hareketiyle. O zamanlar boynu sevilen bir köpek gibi neşeli hissederdim herhalde. Ya da denizin gelgitleriyle okşanmış bir yosun gibi şımartıyordu bu belki beni.Gerçekten hatırlamıyorum. Hatırladığım şey, vücudumun her sinir hücresine onun bedenini hissedebilmek için gözlerim kapalı emirler yağdırdığımdı.
Başka bir ülkedeydim. Başka bir ülkenin insanıyla. Ama aynı filmleri seyretmiştik sonuçta, aynı şarkıları dinlemiştik. Çok yakındık birbirimize ya hissedebiliyordum yine de bana karşı koyduğu sınırın çizgilerini. Hem nasıl hissetmeyeyim, zaten hep o sınırın etrafında yaşıyordum ben. Çok fazla şey beklememem öğretilmişti ilk başta. “Ben söyleyemem, ne olur sen anla” artık benim için çocukken her sabah duyduğum ilkokul andı gibi bir şeydi. İnsan, aşkla böyle tanışmamalıydı belki ama başka türlü de anlayamazdı şarkıda geçen o sözü:
“Aşktan öğrendiğim tek şey, vurabilmek oldu benden önce silahını çekeni”
Doğruldum ve uyuşan kolumu kurtardım onun sımsıcak bedeninin altından. Biraz zaman verdim koluma, kendine gelsin de hissetsin diye. Ve tekrar kavuşturdum onu bedene, şimdi sarılıyordum onun kollarına ve parmak uçlarımla okşuyordum onun yumuşak tüylerini. Başımı eğdim, gülümsüyordu. O sırada çıktı ağzından o sözler işte.
İnanamadım.
Gözlerim tavana dikildi birdenbire. Sabit bir noktaya.Burnum titredi. Hayır dedim, dinlemedi gözyaşlarım, aktılar gittiler. Garip bir duyguydu sevinçten ağlamak. Sanki senin için çok önemli birisini kaybetmişsin, bütün yasını tutmuşsun, ama sonra o geri gelmiş gibi. Oysa çektiğin acılar gitmiyorlar, içeride toplanıp o göz perdesini dikiyorlar hep beraber. Korkuyu.
Bir insanın sevdiği insana bunu söylemesinde ne vardı ki? Onca öpüşmeden, onca sevişmeden sonra, ne kadar güç tüketebilirdi bu? Hep ilk olmalıydım duyguları açığa çıkarmada. Ancak bu sayede duyabiliyordum "ben de" leri.
-Senden hoşlanıyorum
-Ben de
-Çok mutluyum seninle
-Ben de
-Seni seviyorum
-Ben de
Yüz bin tane "ben de" yetiyordu ona. Hem aynı şey değil miydi zaten, aynı anlama gelmiyorlar mıydı sonuçta?
Buna o kadar inanmışız ki, "senden hoşlanıyorum, çok mutluyum seninle, seni seviyorum" a verilen "ben de" cevabının aslında "ben de kendimden hoşlanıyorum, ben de çok mutluyum kendimle, ben de kendimi seviyorum" anlamına geldiğini unutmuşuz. Bu öyle bir kalıp olmuş ki artık, herkes duymuş, herkes yüzleşmiş ve herkes kabullenmek zorunda bırakılmış.
Arkası gelmeyen "ben de" ler gerçek bencilliğidir insanın. Önünde koskocaman kuyu varken sadece bir damla su vermektir susuza, o da suyun olduğunu göstermek için.
"Hoşlanmıyorum duygularımı dışa vurmayı"
Ben bunu sevgililerimden duydum, ben bunu kardeşimden duydum ben bunu neredeyse tüm sevdiklerimden duydum. O kadar çok duydum ki, artık sadece üzüntüyle gülümsüyorum bunu duyduğumda. Sanki bir seçimmiş gibi önüme konmasına.
Ve açıyorum kutsal kitabı, bölüm 21'i ve başlıyorum okumaya:
İşte tilki o zaman ortaya çıktı.
"Günaydın," dedi küçük prense.
"Günaydın," dedi küçük prens nazikçe, ama kimseyi görememişti.
"Burdayım," dedi tilki. "Elma ağacının altında."
"Kimsiniz" dedi küçük prens. Sonra da, "Çok güzel görünüyorsunuz," diye ekledi.
"Tilkiyim ben," dedi tilki.
"Benimle oynar mısın?" dedi küçük prens. "Çok mutsuzum."
"Hayır," dedi tilki. "Oynayamam; evcil değilim ben."
"Öyle mi? Bağışla beni," dedi küçük prens. Ama bir süre düşündükten sonra, "Evcil ne demek?" diye sordu.
"Sen buralı değilsin," dedi tilki. "Ne arıyorsun buralarda?"
"İnsanları arıyorum," dedi küçük prens. "Evcil ne demek?"
İnsanları mı arıyorsun? Silahları var ve avlıyorlar. Çok can sıkıcı. Ayrıca tavuk yetiştiriyorlar. Tek konuları bunlar. Tavuk mu arıyorsun?"
"Hayır," dedi küçük prens. "Arkadaş arıyorum. Evcil ne demek?"
"Genellikle ihmal edilen bir iş," dedi tilki. "Bağlar kurmak anlamına geliyor."
"Bağlar kurmak mı?"
Tilki, "Yani," dedi, "örneğin sen benim için hâlâ yüz bin öteki çocuk gibi herhangi bir çocuksun. Benim için gerekli de değilsin. Senin için de aynı şey. Ben de senin için yüz bin öteki tilkiden hiç farkı olmayan herhangi bir tilkiyim. Ama beni evcilleştirirsen, birbirimiz için gerekli oluruz o zaman. Benim için sen dünyadaki herkesten farklı birisi olursun. Ben de senin için eşsiz benzersiz olurum..."
Küçük prens, "Anlıyorum galiba," dedi. "Bir çiçek var... Galiba o beni
evcilleştirdi..."
"Olabilir," dedi tilki, "dünyada böyle şeyler hep olur."
"Ama hayır, o Dünya'da değil," dedi küçük prens. Tilki şaşırmıştı. Merakla,
"Başka bir gezegende mi?" diye sordu. "Evet."
"Orada avcılar var mı?" "Yok."
"Aman ne hoş! Peki tavuklar?" "Hayır, tavuklar da yok."
"Hiçbir şey mükemmel olamıyor," diyerek içini çekti tilki.
Birden aklına bir fikir geldi.
"Benim yaşamım çok tekdüze," diye anlatmaya başladı. "Ben tavuk avlıyorum, insanlar da beni. Bütün tavuklar birbirine benziyor, bütün insanlar da... Bu yüzden çok sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen yaşamıma güneş doğmuş gibi olacak. Duyduğum bir ayak sesinin ötekilerden farklı olduğunu bileceğim. Öteki ayak sesleri beni köşe bucak kaçırırken, seninkiler tıpkı bir müzik sesi gibi beni çağıracak, sığınağımdan çıkaracak. Hem bak, şu buğday tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz Buğday tarlalarının da hiçbir anlamı yoktur benim için. Bu da çok üzücü. Ama senin saçların altın sarısı. Beni evcilleştirdiğini bir düşün! Buğday da altın sarısı. Buğday bana hep seni hatırlatacak. Ve ben buğday tarlalarında esen rüzgârın sesini de seveceğim..."
Tilki uzun bir süre küçük prense baktı. Sonra da, "Lütfen... Evcilleştir beni!" dedi.
"Çok isterim," dedi küçük prens, "ama burada çok kalamayacağım. Bulmam gereken yeni dostlar ve anlamam gereken çok şey var."
"İnsan ancak evcilleştirirse anlar," dedi tilki. "İnsanların artık anlamaya
zamanları yok. Dükkânlardan her istediklerini satın alıyorlar. Ama dostluk satılan bir dükkân olmadığı için dostları yok artık. Eğer dost istiyorsan beni evcilleştir."
"Seni evcilleştirmek için ne yapmalıyım?" diye sordu küçük prens.
"Çok sabırlı olmalısın," dedi tilki. "Önce karşıma, şöyle uzağa çimenlerin üstüne oturacaksın. Gözümün ucuyla sana bakacağım, ama bir şey söylemeyeceksin. Sözler yanlış anlamaların kaynağıdır. Her gün biraz daha yakınıma oturacaksın..."
Ertesi gün küçük prens yine geldi.
"Aynı saatte gelmen daha iyi olur," dedi tilki. "Örneğin sen öğleden sonra dörtte geleceksen, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Mutluluğum her dakika artar. Saat dörtte artık sevinçten ve meraktan deli gibi olurum. Ne kadar mutlu olduğumu görmüş olursun. Ama herhangi bir zamanda gelirsen yüreğim saat kaçta senin için çarpacağını bilemez. İnsanın belli alışkanlıkları olmalı..."
"Alışkanlıklar mı?"
"Evet. Bunlar çoğunlukla ihmal edilir," dedi tilki.
"Alışkanlıklar bir günü öteki günlerden, bir saati öteki saatlerden farklı kılan şeylerdir. Örneğin benim avcılarımın bir alışkanlığı vardır. Her perşembe köyün kızlarıyla dansa giderler. Bu nedenle perşembeleri benim için güzel günlerdir. Üzüm bağlarına kadar sokulabilirim o günler. Ama avcılar dansa herhangi bir günün herhangi bir saatinde gidiyor olsalardı hiç tatilim olmazdı."
Böylece küçük prens tilkiyi evcilleştirdi. Ayrılma zamanı geldiğinde tilki, "Ağlayacağım," dedi.
"Benim bunda bir suçum yok," dedi küçük prens. "Seni üzmek istememiştim, ama evcilleştirilmeyi sen istedin..."
"Evet, orası öyle," dedi tilki.
"Ama ağlayacağını söylüyorsun."
"Evet, öyle," dedi tilki.
"O halde evcilleştirilmek senin için pek iyi olmadı!"
"Çok iyi oldu!" dedi tilki. "Buğdayların rengini düşün."
Sonra da, "Gidip güllere bak şimdi," diye ekledi. "Kendi gülünün eşi benzeri olmadığını göreceksin. Sonra da gel vedalaşalım. Sana armağan olarak bir sır vereceğim."
Küçük prens gidip güllere baktı.
"Siz benim gülüme benzemiyorsunuz," dedi. "Hatta hiçbir şeysiniz şu anda. Çünkü ne bir kimse sizi evcilleştirdi, ne de siz bir kimseyi. İlk gördüğüm zamanki tilkim gibisiniz. O zaman yüz bin başka tilkiden herhangi biriydi. Ama şimdi dostum oldu ve benim için eşi benzeri yok."
Güller çok utanmışlardı.
"Çok güzelsiniz, ama boşsunuz benim için," diye sürdürdü sözlerini küçük prens. "İnsan sizin için ölemez. Doğru, gelip geçen biri için benim çiçeğimin sizden hiçbir farkı yok. Ama o benim için yüzlercenizden daha önemli; çünkü suladığım, cam bir fanusun altına koyduğum, önüne siperlik yerleştirdiğim çiçek o. Çünkü tırtılları ben onun için öldürdüm. (Birkaç tanesini bıraktık, sonradan kelebek oldular.) Çünkü yakındığı, ya da övündüğü, ya da hiçbir şey söylemediği zamanlarda dinlediğim çiçeğim o benim. Çünkü o benim çiçeğim."
Tilkinin yanına döndü sonra.
"Hoşça kal," dedi.
"Hoşça kal," dedi tilki. "İşte sana bir sır, çok basit bir şey: İnsan yalnız yüreğiyle doğruyu görebilir. Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez."
"Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez," diye yineledi küçük prens; unutmamalıydı bunu.
"Gülünü senin için önemli kılan, onun için harcamış olduğun zamandır."
"Onun için harcamış olduğum zaman..." diye yineledi küçük prens. Unutmamalıydı bunu.
"İnsanlar unuttular bunu," dedi tilki. "Ama sen unutmamalısın.
Evcilleştirdiğimiz şeyden sorumlu oluruz. Sen gülünden sorumlusun..."
"Ben gülümden sorumluyum," diye yineledi küçük prens. Bunu da unutmamalıydı.
Ve kapatıyorum tekrar kutsal kitabı. Düşünüyorum bahçemdeki gülleri teker teker ve tekrarlıyorum Küçük Prens'le birlikte:
Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez...
Gülümü benim için önemli kılan onun için harcamış olduğum zamandır...
Ve ben gülümden sorumluyum...
Sen de.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder